Hasta Tutsak Ergül Çiçekler'den Yeni Bir Öykü: KIRAT ÇOCUK VE DERS

KIRAT ÇOCUK ve DERS

    Altı yaşındaydı çocuk. Tam değil ama biraz farkındaydı postal altında ezilen bir halktan olduğunun. Bazı şeyleri seziyordu. Örneğin: Neden annesine bilmediği bir dilde anne demek zounda olduğunu ya da neden yeni öğrendiği her şeyi yine bilmediği bir dilde öğrendiğini. Bunda bir tuhaflık vardı bir yabancılık!..
    Çocuk o yıllara dair iki şeyi hiç unutmadı. Yeşil elbiseli tüfekli adamların her türlü kötülüğü yapmaya hakları vardı. Bunlar kötülerdi ve onları kimse sevmiyordu, elbette o da sevmiyordu. Bu ilkiydi, ikincisi ise; Bin dokuzyüz seksenbeş yılının sonbaharıydı. Al bir ata binip bu atlı, can havliyle varmıştı köyüne. Atın ağzı kapak sırtı ter içinde, binicisi yirmi-yirmi beş yaşlarında, çok kişinin çok yerde gördüğü herkesin tanıdığı bir devrimci. İşte o gün, öylece kan ter içinde ve peşi sıra vur emriyle gelen bir dolu namlu, bölük bölük askerden hemen önce varmıştı köye.
    İki metre boyu ve geniş omuzlarıyla kale kapısı gibi bir adamdı Hüseyin ağa. Ağalık ona servetinden değil namından takılmıştı, hürmetten saygıdan ona insanı ona böyle seslenmek istemişti. Zamanla da namı alıp yürümüştü. Askerliği altı yıl sürmüştü; dördü "vatana hizmet" ikisi de çavuşu öldürdüğü için "ama kazara!" Kaçağı bilirdi kaçakçıyıda, tanır ve anlardı ayak izinden, kırılan çiçekten, kuşun kanadından rüzgarın esişinden hayinin pusu kurduğu yeri bilir, sezer, söylerdi. Hapislikleri vardı bolcana üç beş ay yatıp çıkmış her seferinde, vurmuş, vurulmuş, dövüşmüş defalarca, kol bacak kırmış. Yani sözün özü sekiz köşeli kasketiyle bir eski zaman Kürdüydü. O gün, al atlı genç gelipte kapısına durunca, tek söz etmedi Hüseyin ağa ve gidip kendi eliyle eğerleyip getirdi kıratını. O kır at ki herkes bilirdi: "halis Arap atı" olduğunu ve Urfa'lı asker arkadaşlarından bir yadigar olduğunu ve kır atı daha bu şehirde geçen at olmadığını, ve onun için bir otomobil iki tüfek bir de acem halısı verilmesine rağmen "yadigar bu hiç satılır mı" diye geri çevirdiğini. İşte bu atı o gün o gece adama vermişti...
    Demişti ki o gence: "Asker arkadaşımın yadigarıdır al annenin aksütü gibi helaldir. Kır at seni emanetim bilecek. Yani onu sana değil seni ona emanet ediyorum. İte, bite, kurda, kuşa yemetmez seni ama sakın ha kamçı ne vurmayasın  ... çalar seni parçalar deh de yeter."
    Sonra öpmüştü kır atı alnından. Kısaydı vedası uzatmadan ama başka ne olacaktıki bizim ağıtlarımız günlerce sürer sevgimiz üç kelimeye sığar vedamız bir. Ve savaşımız bin yıl.
    Deh sesiyle fırladı kır at, kuş kanadı gibi bir uzak bir kapandı. Rüzgar gibi aktı dağlara doğru. Zaten o dağ yolundan bir böyle atlılar  aşardı bir de aç kurtlardan kaçan karacalar. Başka da hiç bir şey.
    Geride kalan, Al atın eğeri alındı, teri silindi ve sonra bir deh sesiyle salındı vadilere. Bilirdi çobanlar böyle bir at için ne yapılacağını zaten bölük bölük köye girerken Al atlıyı arayanlar, al at çoktan yolu yarılaıştı ters istikametteki yolunu ve akşama atsürülerine katılacak bugünkü mazide derhal "untulacak"tı!
    Sordular: "Al bir atlı gördünüz mü?
    'Biz bir atlı görmemiştik, ne al'ını ne dor'unu." demiştik.
    Ve onlar bilirdi biz birkez yok demişsek ölürde dönüp var demezdik.
    İşte bu iki dersi hiç unutmadı çocuk. Hiç bir zaman yok dediğime dönüp te var demedi.
    Kır at şimdi çoktan toprak oluştur. 25 sene önce öldü Hüseyin ağa. O köy "boşaltıldı" şimdi bir viranedir!.. Al atlı genç için vuruldu derler Mardinde bir yerde. Cesedini vermediler ana babasına. Şimdi kurşun yaralarıyla yatıyor vurulduğu yerde.
    Ve o çocuk unutmadı bu öyküyü ve bozdu artık sahipsiz olan o köyün yasasını.
    Bu iki yetişkin insanın, Hüseyin ağa ve Al atının hikayesidir.

Bu iKi güzel hayvanın, Kır ve Al atlarının da hikayesidir.
    Bu aslında en çok tüm yapıtları gibi o küçük çocuğun hikayesidir. Kendi hapisliğinin 22. senesinde bunları yazdı ve suskunluğunu bozdu!
    Bazı şeyler sadece vakti geldiğinde anlatılır.


Ergül Çiçekler
1 Nolu F tipi C.k
PTT  Cezaevi Şubesi
KOCAELİ