"Bir hapishane hikayesi: Tesadüf..."

TESADÜF

(Bir Hapishane Hikayesi)

                Leyla, Ardıl ve Özlem aileleriyle yapacakları aylık açık görüş için birbirleriyle şakalaşarak hazırlanıyorlardı. Aynanın önünden biri gidiyor diğeri geliyordu. Hangi kazağın hangi pantolona daha uygun olup-olmadığı tartışmasına gürültülü gülüşleri eşlik ediyor, birbirlerini olmadık şeylere benzetip yine kahkahalarını koyveriyorlardı. Saçlarını tarıyor, gözlerine, kaşlarına bakıyor, bakımları için birbirlerine tüyo vermeyi de ihmal etmiyorlardı. Koğuştaki diğer kadınlar da aynı telaş içinde sağa-sola koşturuyorlardı. Kadın nerede olursa olsun kadındı. Her zamanki gibi detaya, ayrıntıya dikkat ediyor, ufak tefek denen şeylere dahi özen gösteriyor ve tabi ki bakımını önemsiyordu.

                2008 yılının baharıydı. Taşrada bir hapishanede politik kadın tutsakların tutulduğu bir koğuşta aile ziyaretine hazırlık bu hengame içinde gerçekleşirken, her birinin aklından başka şeylerin geçtiği muhakkaktı. Bir hafta önceki haftalık on dakika olan telefon görüşmesinde kadınlar aylık açık ziyarete kimlerin bu ay geleceğini kararlaştırmışlardı. Hapishanenin bazı kuralları vardı. Ayda bir defa yapılan aile ziyaretine sınırlı sayıda ve ancak birinci dereceden akrabalar gelebiliyordu. Süre de bir saat civarıydı, yüzlerce kilometreden günler öncesinden yola çıkan, evlat, eş, ana, baba ve her neyi ise, akrabasını bir saatliğine görmek uğruna olmadık eziyetlerine katlanıyorlardı, ekonomik külfeti bir yana, manevi anlamda çok zorlayıcıydı. Hem mahpuslar hem de aileleri içlerinde kopan fırtınaları, akan hüzün ırmaklarını, çıldıran kederlerini ziyaret başlangıcında değilse de bitiminde gözpınarlarından süzülecek acı dolu gözyaşlarını, özlemlerini, hasretlerini, verilecek veya verilmesi gerekecek haberleri hepsini ve daha fazlasını karşılaşmanın, kucaklaşmanın ve o sıcacık sarılışın heyecanında ya unutacak ya da unutmuş gibi yapıp karşılıklı oturup bakışıp söylenmeyenlerin, söylenemeyenlerin söylenenlerden daha çok olduğu ve nasıl başlayıp nasıl bittiğini anlamadıkları o bir saatçik saat dilimi içinde yaşayacaklardı.

                O bir saat içinde kaç dünya, kaç hayal, kaç düş, kaç hayat kurulup kaçı yıkılacak, her şey gerçek anlamda bir rüya kadar sürmüş olacaktı. Ziyaretler içerdeki mahpuslar için mezardan çıkıp bir saatliğine hayata temas etmek olurken onları ziyarete gelenler için mezarlıkta bir dua okumaya gidiş misali tamamlanacaktı. Her şey ayrılık anında yaşanan ve asla hiçbir şairin imge bulamayacağı, hiçbir edibin tasvir edemeyeceği, hiçbir ressamın çizemeyeceği ayrılık hüznü ve veda ağıtında, yoğunluğu bir atom gücünde olan duygular bırakarak sonuçlanacaktı.

                Henüz bunları düşünecek zaman gelmemişti. Kuşlar gibi cıvıldayan kadın tutsakların sesleri koğuşun bir ucundan öteki ucuna çınlıyordu. Aşağı yukarı kimlerin geleceğini tahmin etseler de bazı beklenmedik sürprizler de bekleyenler vardı. Her şey tamam olunca stresli bekleyiş başladı. Bir gerilim filmi müziği eksikti sahneden, önce kapının orta yerinde duran mazgal açıldı. İlgili kadın infaz koruma memuru biraz kaba ama oldukça yüksek sesle tek tek ziyaretçisi gelen mahpusların isimlerini okudu. Ailesi gelebilenler, gelmeyen veya gelemeyenleri teselli edip bir şeye ihtiyaçları olup olmadıklarını sorduktan sonra artık hazırdılar. Dayanışma ve paylaşım esastı, hele kadınlar bu konuda daha hassastı.

                Demir kapı gürültüyle açıldı. İsmi okunanlar, ellerinde ziyarete götürecekleri ve kantinden aldıkları bazı yiyecek ve içecek malzemeleriyle görüş yapacakları ziyaret yerine doğru hareketlendiler. Yolda merak ve heyecan katsayısı giderek artıyor, doğru orantılı olarak nabızları da yükseliyordu.

                Ailelerin olduğu salona varınca kızılca kıyamet koptu. Kendiliğinden başlayan bir alkış tufanı, bir ıslık seremonisi başladı. Herkes herkesi selamladıktan sonra kendi ailelerinin olduğu masalara yöneldiler. Hararetli kucaklaşmalar, sıcak öpüşmeler, candan sarılmalar, akıp duran gözyaşları, onları teselli etmeye çalışanlar, böyle davrandığı için kızanlar, çocukların o harika kuşları andıran ötüşleri, kavuşan eller, buluşan gözler, akıp giden ve yarısı anlaşılmayan sevgi sözcükleri ve sonsuz kelimelerle yüklü bakışmalar.

                Leyla’nın ziyaretçileri diğerlerine oranla kalabalıktı ve neredeyse ziyaretin üçte biri kucaklaşma, hal hatır sormayla geçiyordu. Simsiyah saçlarına eşlik eden zeytin karası gözleri ışıl ışıldı, en çok ilgiyi çocuklara gösterdi. Ardıl, kumral bakışları, açık teniyle kızaran yanaklarını annesinin öpücüklerine bağışlamıştı, daha az sayıda ziyaretçisi vardı. Özlem’in ise sadece annesi gelmişti, çok içten, sıcak ve tatlı bir kadın olan Divan’ı tüm mahpus kadınlar tanırdı. O da hepsini kızı gibi sever, Özlem’in yanı sıra her birine ayrı ayrı ilgi gösterir, sarar, sarılırdı. Bütün anneler gibi o da bir yandan evladını gözetirken öte yandan diğer çocukları da ihmal etmemeye çalışırdı.

                Bir kadın mahpusun genç kız kardeşi ağlıyordu. Hepsi başına üşüştü, anlamaya, destek olmaya çalıştılar. Meğer girişte sutyeninin kopçası demir olduğu için bir türlü duyarlı cihazdan geçememiş, en sonunda kapalı bir odada ya o demiri koparması ya da çıkarmasıyla ancak ziyaret salonuna geçebileceği söylenmişti. Bu durum onu çok üzmüş, kırmış, incitmişti. Hayatı boyunca karşılaşmayacağı bir uygulamayla karşılaşması, ablasını görme sevinci ve umudunu gölgelemiş, rencide olmuştu. Teselliler, destekler kızı kendine getirmiş, en azından ziyaret boyunca ablasına vicdan azabı yaşatmamak adına kederini ve üzüntüsünü içine atarak ablasının sevgi dolu öpüşlerine karşılık vermeye başlamıştı. Böylece herkes masalarına dönüp kendi ailesiyle sohbete daldı.

                Görüş yeri mahşer yeriydi. Uğultu, gürültü, çocukların koşturmacası, gezip dolaşan personelin bakışları, sesler, orada atıştırılan yiyeceklerin hışırtısı, çıtırtısı, ne ararsan mevcuttu. Hayatın en gerçek ama en sanal halinin böyle karmaşık ve ilginç biçimde iç içe sergilendiği başka bir yer ve an hayal etmek mümkün değildi. Çok özel ve istisna bir zaman dilimiydi hapishanede ziyaret saati.

                Her bir mahpusun ayrı bir yaşam hikayesi, çevresi, ailesi ve ayrı bir içerde kalış süresi vardı. Kimisi yeni denebilecek birkaç yıllık mahpustu, kimisi onlarca yıldır dört duvar arasında ömür tüketmekteydi. Ama ziyaret yeri herkesi eşitliyordu. Neredeyse aynı duygular havada uçuşup duruyordu. Merak, heyecan, endişe, sevgi, umut, sıcaklık, içtenlik, içlilik, her şey birbirine benziyordu. Ancak hikayelerin içerikleri bambaşkaydı.

                Bir anda alışık olmadıkları bir olay gelişti. Her şeyin nasıl ki bir rutini varsa ziyaretlerin de belli bir biçimi vardı. Ancak Özlem’in masasında yaşanan ilginç tablo bir anda herkesin ilgisini oraya kaydırdı. Genç belki biraz orta yaş sınırına doğru ilerleyen, dıştan bakıldığında oturaklı denebilecek bir infaz koruma memuru Özlem ve annesi Divan’ın oturduğu masanın başında durmuş sanki söyleyeceği sözleri seçme telaşındaydı. Özlem’in uzun zamandır o hapishanede olmasından kaynaklı adama aşinalığı vardı, ama annesi ise tedirgin olmuştu. Ne vardı, yanlış bir şeyler mi yaşanmıştı? Neyin nesiydi? Bir ana, bir adam, bir kadın mahpus… Bu üçgenden ne gibi şeyler çıkacaktı? Herkesin bakışları altında memur olan kişi eğilip Divan’ın elinden öpmek istedi, iş giderek daha ilginç bir hal almaya başladı.

                -Elinizi öpebilir miyim?

                -Hayırdır oğlum, ne oldu? Bir sorun mu var?

                -Niye annemin elini öpmek istiyorsun?

                -Anlatacağım her şeyi ama önce elinizi öpmeme müsaade edin, dedi memur.

                -E, hadi öp bakalım, dedi Divan kadın, şaşkın ama merak içinde.

                -Ne oldu Ahmet, annemle akraba mısın yoksa? diyerek memura adıyla hitap edip biraz da kendisine göre espri yapmaya çalıştı Özlem.

                -Sanırım öyle, dedi adı Ahmet olan memur.

                Divan kadın şaşırmış, kalbi adeta gümbürdeyen bir şelale gibi atarken Özlem ise işkillenmiş, sorgulayan bakışlarla adamı süzüyor, Ahmet de yarattığı karmaşanın içinden nasıl çıkacağının telaşesi ve arayışı içindeydi. Ahmet:

                -Ben sizin damadınızım, dedi bir anda. Hani böyle çok dikkat edilerek parçalanmaya çalışılan bir nar olur ya ama o nar da o özenin aksine parçalandığında darmadağın olup bir tanesi bir yere dağılır ya işte vaziyet bu haldeydi.

                Diğer mahpus kadınların ve bazı ziyaretçi ailelerin de ister istemez dikkati o masaya yönelmiş, acaba bir sorun mu çıktı kaygısı herkesi sarmıştı. Henüz şaşkınlığını atamamış da olsa Leyla ve Ardıl’ın kaş-göz işaretlerini fark eden Özlem bir şeyler söyleyerek ortamdaki gerginliği azaltma gereği duydu. Adeta salona dönerek

                -Bir şey yok telaşlanmayın aile meselesi.

                Aslında rahatlatacağına herkesi özellikle kadın arkadaşlarını daha da meraklandırdı. Yine masasında cereyan eden olaya döndü.

                -Ahmet ne damadı ne diyorsun sen?

                -Ben senin kız kardeşinle evliyim, dedi Ahmet.

                İşler iyice karmaşık bir hal aldı.

                -Hele bir otur anlat bakalım, nasıl oluyor da sen benim kardeşimle evlisin de bundan ne benim ne de annemin haberi yok? dedi, biraz da kızarak.

                Ahmet işi daha da berbat etme kaygısıyla, işinin de başına dönmenin acelesiyle:

                -Özlem dedi, şimdi işimin başına dönmek zorundayım. Çıkışta Divan Anne’yi eve götüreceğim. O sana anlatır, diyerek çıkıp gitti.

                Divan kadının gözleri dalıp gitti. Çok eskilere, bazı hatıralar canlandıkça gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.

                -Anne anne ne oldu? Bu adam ne diyor?

                … gözyaşları akıyor.

                -Anne konuşsana, ne olur anlat her şeyi.

                … suskunluk ve derin ama boş bakışlar eşlik ediyor gözyaşlarına.

                -Anne an..

                -Ziyaret bitmiştir, herkes vedalaşsın lütfen, diyen görevlinin sesi yükseldi salondan.

                Divan kadın kendine gelir gibi oldu.

                -Tamam, kızım önümüzdeki hafta telefon görüşmemizde anlatırım sana, dedi ve Özlem’i merak, kızgınlık, heyecan içinde bırakarak sıkıca sarılarak vedalaştı.

                Önce mahpuslar koğuşlarına dönecek, sayım yapılacak, sonra aileler bırakılacaktı. Kural bu şekildeydi.

                Daha yolda yürürken Leyla ile Ardıl Özlem’i sıkıştırmaya başladılar.

                -Ne oldu, neler yaşandı?

                -Divan ana neden ağladı?

                -Masanıza o adam niye geldi, niye annenin elini öptü?

                Sorular yağmur gibi yağıyordu.

                -Bir durun ya, nefes aldırın. Ben de bilmiyorum, adı Ahmet olan gardiyan masamıza geldi, bir anda annemin elini öptü ve ben senin damadınım dedi, sonra da işi çıkınca gitti. Annem de şoka girdi ama sanki eski bir şeyleri hatırlar gibi oldu, daldı, aklı başına gelince de ziyaret bitti. Kucağımıza bir muammayı bırakıp gitti adam. Annem bu hafta telefonda anlatacak, üstelik çıkışta da annemi evine götürecek, güya kız kardeşimle evliymiş. Velhasıl ben de apışıp kaldım.

                Kadınlar koğuşa doğru muhabbeti koyulaştırarak ilerleyedursun.

                Divan da içinde kopan fırtınalarla bir an önce hapishaneden çıkmak istiyordu. Yaklaşık yarım saat bekletildikten sonra kapılar açıldı ve tüm ziyaretçilerle birlikte dışarı çıktı Divan kadın, taşra şehrinin soğuk-ılık havası yüzüne vurunca kendine gelir gibi oldu. Tam askerlerin bulunduğu dış kapıyı geçmişken Ahmet yanı başında belirdi.

                -Gel anne seni eve götüreyim, dedi.

                Şaşkın ama teslim olmuş bir ruh haliyle hiç itiraz etmedi. Peşine takıldı Ahmet’in.

                -İzin aldım, seni bizzat kendim götürmek istedim.

                -Sağ ol evladım, diyebildi, Divan kadın.

                İçinin suları kabarmış, kendini karmakarışık hissediyordu. Ne bir şey soruyor, ne bir şey konuşabiliyordu. Adam bir taksi hazırlatmıştı. Birlikte bindiler ve yarım saatlik bir yolculuktan sonra eve vardılar. Yol boyunca Ahmet cep telefonuyla konuşup durdu, bazen gerilimli geçen konuşmalardan hiçbir şey anlamadı Divan kadın. Taksi durdu, Ahmet, Divan’ın arabadan inmesine yardım etti. Küçük bir çiti geçip bir evin kapısına geldiler.

                -Burası bizim evimiz, buyur anne, dedi.

                Yürüdüler, kapının önünde durduklarında kendiliğinden açıldı kapı. Genç ve güzel bir kadın çıktı kapıya, yanında minik bir oğlan çocuğuyla.

                Divan ile genç kadın göz göze geldiler. Bu gözler, bu bakışmalar, bu sözsüz konuşmalar sanki bir asır sürdü. Bakışmıyorlar da adeta birbirlerinin derinliklerini, ruhlarını, kalplerini yokluyorlardı. Ne arıyorlardı bilinmez ama ilk sözcüğü Divan buldu.

                -Şevin, yavrum, kızım der demez gözyaşlarına boğulup yere yığılacakken Ahmet onu güçlükle tuttu. Adı Şevin olduğu anlaşılan kadın put kesilmiş içindeki kıyametleri, tufanları, gazapları hangi dağa süreceğini, hangi şehre indireceğini bilmeden öylece kalmıştı.

                -El atsana Şevin, içeri taşıyalım annemi, dedi. Çocuk ürkmüş, parmakları ağzında olup biteni anlamamanın şaşkınlığıyla seyrediyordu.

                Şevin’in de yardımıyla içeri aldılar, kanepeye oturttular. Biraz su ve kolonya ile kendine geldi Divan, gelir gelmez, ayakta duran ve gözlerinden tanıdığı kızına asırların özlem açlığı, tarifsiz zamanların hasret çılgınlığı ile kalkıp sarıldı, canını acıtırcasına sımsıkı sıktı, özür diler gibi, nedamet ve acı dolu, bağışlanma isteğiyle yüklü sarılmalardı. Öpüyordu, durmadan öpüyordu, arada bir “bağışla, affet, ne olur yavrum, beni bağışla, benim bir suçum yok” diyordu.

                Şevin buz gibiydi, soğuk, uzak ve terk edilmiş bir çocuğun küskünlüğü ile hiçbir karşılık vermeden öylece bakıyordu. İçindeki ateşler, yangınlar, hiçbir şey dışındaki buzu eritmeye yetmiyordu. Kızgındı, hem de çok. Affetmeyen bir bakışla süzüyordu annesi olduğunu bildiği kadını.

                “Bunca yıldır neredeydin? Neden beni yalnız bıraktın? Niye annesiz büyüdüm ben? Bir kez olsun saçlarımı taramadın, öpmedin, beni ana kucağından mahrum bıraktın, gece korkunç kabuslarla uyandığımda yoktun, gündüz oyunlardan, okuldan dönerken sevincimi paylaşmadın, düştüğümde, üzüldüğümde, ağladığımda, büyüdüğümde, evlendiğimde yoktun, neredeydin ha? Neredeydin? Şimdi karşıma geçmiş annem olduğunu söylüyor, bağışlama diliyor, affetmemi istiyorsun, sence bu mümkün mü? Olabilir mi? Kalbim kaç parçaya bölündü, nasıl kırık, nasıl buruk biliyor musun? Anlayabilir misin? Söyle bakalım Divan kadın bunlar söyleyemediklerimin sadece birazı. Hadi bana seni affetmem için bir neden, tek bir sebep göster?” demedi, böyle konuşmadı, konuşmasına da gerek yoktu. Bakışları ve sessizliği bunlardan çok daha fazlasını anlatıyordu. Anasının sevgi ve içtenlik dolu, pişmanlıklar, sayıklamalar ve gözyaşları içinde yaptığı onca kederli dokunuşa hiçbir karşılık vermedi, soğuk bir nevale gibi öylece kaldı. Öyle ki Ahmet’in bile gözlerinden yaşlar boşalmasına rağmen Şevin hiçbir olumlu tepki vermedi.

                -Geç otur, yorgunsun, bu kadar ağlamana diyecek bir şey yok, olan olmuş. Bu kayıtsızlık, umursamazlık, bu kanıksama değildi, bu öfkenin, tepkinin, kızgınlığın ifadesiydi. Tıpkı ateş gibi bir demirin soğuk suya batırılınca çıkardığı ses gibiydi.

                Çok sonra Divan kadın kendine gelebildi. Gülerek, sevinerek, ağlayarak bakıp durdu Şevin’e, torunu Hüsnü’yü kucağından indirmedi. Biliyordu, Şevin’in kalbi çok kırıktı. O kırığı tamir edebilecek ilaç henüz bulunmamıştır. O yüzden ister büyük olsun hiçbir kadının kalbi asla kırılmamalıdır. Birden hikayeyi anlatmaya başladı Divan kadın:

                -Babanla iki yıldır evliydik, gençtik, sen doğunca çok mutlu olduk. Sonra bildiğin gibi baban çekip gitti, öylece kaldık, amcanların, dedenlerin yanındaydık, olmuyordu, gençtim, sürekli laflar söyleniyor, dokundurmalar yapılıyordu. Bir süre sonra şimdi evli olduğum adam çıkageldi, eşi ölmüştü, iki çocuğu vardı, benimle evlenmek istedi. Kabul etmek zorunda kaldım, mecburdum, elimden hiçbir şey gelmiyordu, babanın akrabaları bana rahat, huzur yüzü göstermediler, evlilik kararı aldık, seni de yanımda götürecektim, evleneceğim kişi itirazsız kabul etmişti, gel gör ki amcanlar kabul etmedi. Seni bana vermediler, ne yaptım, ne ettim olmadı, ölümle tehdit ettiler, çok şeyler yaşandı, istemeyerek içim kan ağlayarak yana yakıla seni geride bırakmak zorunda kaldım. Şimdi ziyaretinden geldiğim Özlem kızım da o adamın ilk evliliğinden olan kızıdır. Sonra iki çocuğumuz daha oldu. Geçen yıllar içinde başka şehre taşındık, seninle görüşmemi, haberleşmemi engellediler, bırakmadılar, çok üzgünüm yavrum, ne olur bağışla, affet, ne söylersen, ne yaparsan, ne dersen de, haklısın.

                Der demez tekrar yaşlar su gibi aktı gözünden. Öyle zor öyle anlatılmaz duygular içinde debelenip durdu. Yıllar sonra anasını gören Şevin ise soğuk, mesafeli ve hüzünlüydü, fısıltıyla karışık:

                -Kolay değil, beni bırakmayacaktın, bir anne evladını asla bırakmaz, dedi ve gözlerinde kızgın bir ateş belirdi, istese de yıllardır biriktirdiği acıyı, kederi, öfkeyi, hatta biraz nefreti bir anda söndüremiyor, kendi kendine tutuşturduğu yangını giderek büyütüyordu.

                -Hiç kolay değil, günler geceler boyu yapayalnız kaldım. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi davranamam, dedi.

                Divan, üzgün, kırgın, kırık, kederliydi. Hiçbir şey demedi. Mutluydu, anaların böyle ilginç bir yanı vardır hep. Ne olursa olsun yeter ki evlatları iyi olsun diye her türden derdi, acıyı yer yutarlar. Onu, kızını, Şevin’i yıllar sonra böyle iyi, sağlıklı, evli, çocuklu ve anladığı kadarıyla da mutlu görmek ona yeterdi, teselliydi.

                Tesadüf yerini teselliye terk edince çoktan gün bitmişti.

                Bir hafta sonra Divan telefonda olup bitenin bir kısmını hapishanedeki kızı Özlem’e, Özlem de onu merakla bekleyen arkadaşları Leyla ile Ardıl’a anlattı. Bir hüzün dalgası yaladı yüzlerini. Bazı tesadüflerin tesellisiz yaralara sebep olabileceğini, bazılarının ise beklenmedik hikayelere kapı aralayacağını hayat bir kez daha göstermişti onlara. Hayat hapishanede dahi roman kurgularına taş çıkartacak hikayeler üretmeye devam edecekti.

NOT: Gerçek bir hikayedir.

18.07.2022

Seyit OKTAY

T Tipi Cezaevi A3-8

TOKAT