Ve İbrahim Gökçek’i de sonsuzluğa uğurladık. Helin Bölek ve Mustafa Koçak’ın ölümlerinin ardından, eylemini sürdüren ve 323. günde demokratik kamuoyunun devlet yetkilileriyle görüşmeleri esnasında çıkan olumlu tabloya bağlı olarak 5 mayısta eyleme ara veren İbrahim, ne yazık ki tedaviye yanıt vermeyen bedenine söz geçiremeyerek 7 mayısta yaşamını noktaladı. Ve nisandan sonra mayıs, bir kez daha Anadolu coğrafyasını acıya boğdu…
*
Nisan ve mayıs ayında, peş peşe yitirdiğimiz insan güzeli bu üç kardeşimiz, neden bedenlerini ölüme yatırmışlardı. Ne istiyorlardı, eylemle ifade etmek zorunda kaldıkları talepleri nelerdi? Daha önce sayfalarımızda yazdık kısaca ve zaten basının, yayının, sosyal medyanın her tarafında bu talepler ayrıntılı yer almakta. Yine de kısaca özetlersek…
*
Bilindiği üzere İbrahim Gökçek ve Helin Bölek, Grup Yorum’un elemanlarıdır. Ve egemenler, baskı ve zulümlerini artırdıkları her alanda olduğu gibi, sanat alanında da benzer uygulamalarını sürdürmekteler.
*
Düşünce ve basın özgürlüğünün rafa kaldırıldığı, sıradan bir haberi yazan gazetecilerin bile tutuklandığı, ‘’Barış, Çocuklar Ölmesin!’’ sözlerinin aylar-yıllara varan hapis cezalarıyla karşılık bulduğu bu süreçte, eğer yandaşsan ‘’kavanozla mermi gösterip tehdit edebilir’’ ve hatta ‘’evli birine ikinci harem olarak gitmiş kadın olsan da, 50 kişiyi götürmekten’’ söz edebilirsin. Demokratik hakkını kullansan da, ‘’kürsü dokunulmazlığı var’’ denilse de, biat eylemezsen doğru mahpusa. Vekil olsan ne yazar. İşte adalet, işte demokrasi ve işte düşünce ve basın özgürlüğü…
*
Grup Yorum halkın sesiydi. Onların acılarını, sevinçlerini, özlemlerini, kederlerini, öfkelerini, yiğitliklerini ve bütün yaşanmışlıklarını seslendirdikleri türkülerini özgürce söylemek ve halkla birlikte coşkulu halaylarda buluşmak istiyordu. Bunun için, ‘’konser yasakları son bulsun, yetkililer bize konser tarihi versin’’ diyorlardı. Elbette müzik çalışmalarını yaptıkları ‘’İdil Kültür Merkezi’’ üzerindeki baskıların son bulması ve arama gerekçesiyle sık sık basılıp müzik aletlerinin kırılıp-dökülmesine de son verilsin istiyorlardı. Bir de yurt dışındaki arkadaşlarının kırmızı bültenle aranmasının sona erdirilmesi ve adil bir yargılama ile grup üyelerinin tutukluluklarına son verilmesi isteğindeydiler.
*
İşte buydu istedikleri ve seslerini duyurmak için bedenlerini açlığa yatırdılar. Duyarsızlık ve sessizlik karşısında iki seçenek koydular önlerine. Ya kendileri de sessiz kalanlar gibi kaderlerine razı olacak ve yıllarca mahpuslarda haksız yere yatacak, o en sevdikleri sanatlarını yıllarca icra edemeyecek ve canlarından daha fazla değer verdikleri halka müzik ziyafeti çekemeyeceklerdi. Ya da, eylemi daha da boyutlandırarak, demokratik kamuoyunu harekete geçireceklerdi.
*
Ve adalet için, adil bir yargılama için bedenini ölüme yatıran Mustafa Koçak. Hani şu; ağrıyan bedenine söz geçiremese de, iradesini zorlayarak sorumluluk bilinciyle ‘’adalet arayan’’ ve ‘’hiçbir acı yarına kalmasın diye, ben hepsini bugün çekerim’’ diyen Mustafa Koçak… Anımsarsınız, ‘’ kendi aleyhine ifade veren, iftira atan yalancı tanıkla mahkeme huzurunda yüzleşerek adil yargılanma’’ talebinde bulunan insan güzeli Mustafa. O da, sesini duyurmak için açlık grevine başladı. Maalesef, beklenen ‘’ses’ yine çıkmadı. Gözler kör, kulaklar sağır olmuştu…
İnsan hakları savunucuları ve bir avuç aydın dışında kim sesini yükseltti? ‘’Bu çocuklar ölmesin, haklı ve meşru talepleri kabul edilsin. Konser versinler, devlet adaletini göstersin!’’ diye hangimizin sesi çıktı. Tam da şu an düşündüğünüz gibi; tııısss. Koca bir sessizlik!..
*
Elbette, teslimiyet yazmazdı halk için, adalet ve demokrasi için, özgürlükler için, halkın sanatını yapmak için bedel ödemeyi göze alanların kitabında… Ve eylemlerini, ölüm orucuna çevirmeyi uygun gördüler. Bu eylemin doğru ya da yanlışlığını ifadelendirmek değil bu yazının konusu. Onların kararına saygı duymak, haklı ve meşru talepleri sahiplenerek, demokratik hak ve özgürlük mücadelesini ivmelendirmektir önceliğimiz. Her şeyden önce insani sorumluluğumuz bunu gerektirir.
*
Ölüm orucu kararını alan bu gençler nereden bilsinler ki, çığlık olmak istedikleri halkın ve onun yol açıcı öncülerinin, yani aydınların, demokratların, ilericilerin ve bilcümle düzen muhaliflerinin köşelerinde sessizce oturup, ‘’sıranın kendilerine gelmesini bekleyeceklerini!’’ Nerden bileceklerdi ki, zaten sesi kısılmışların bir de corona illetiyle iyice köşeye çekileceklerini. Peki bilselerdi, işte bunu yanıtlamak çok zor. Üçler’in yanıtını ise, toprakla buluşan bedenleri açık ediyor.
*
19 yıl önce ölüm orucuna katılan biri olarak açıkça ifade etmek isterim ki, ‘’uğruna ölecek kadar sevdalandığımız yaşam’’dan vaz geçmek hiç kolay değil. Acılar, ağrılar, bedenine söz geçirememe, kendi beden kokundan iğrenme, asit ve kan kusma, göz göre göre organlarının ölümünü seyretmek de kolay değil. Ama ille de, güneşli bir havada deniz kokusunu soluyarak çocuklarla oynamak ve sevdiklerinle bir arada ağız dolusu kahkahalarla ortalığı çınlatmak bitiyor ya, işte bu çok zor. Hani anacığının, üşüdüğünde üzerini örttüğü andaki şefkati kaybetmek var ya, öyle zor ki! Ya da sevdiceğinin saçlarında gezinen parmaklarının hareketini yineleyememek, minik bir buse kondurmayı tekrarlayamamak kaygısı. Saymakla bitmez bu sevgi ve güzellik dolu duygular, bitmez…
*
Tek kişilik hücrende açlık ve ölümle boğuşurken, pencerenden içeriye giren ve sana konuk olan ‘’bok böceği’’yle arkadaş olan(**) ve ‘’maalesef sana ikram edebileceğim hiçbir şey yok, kusura bakma’’ diyerek konuğunu memnun etmeye çalışan bizlerin, yaşam bağlılığını nasıl anlatabiliriz. Söyleyin, nasıl anlatalım?
*
Bunu anlatabilecek yürek bende yok. Zira, çok kanıyor şimdilerde. Sadece şunu bilmenizi özellikle rica ediyorum. Hiç kimse ölmek istemez ve ölmek için eylem yapmaz. Hele ki, böylesi yüzlerce güne yayılan ve her dakikası acı, ıstırap olan bir eylem… Kimse kimseye ‘’öl’’ emri de vermez, veremez. Kişinin bireysel iradesi, bu noktada tek belirleyendir. Ve zaten, ölüm de kutsanmaz, kutsanamaz. Amaç yaşamak, yaşatmak. Hem de ‘’düşmana inat bir dakika fazla yaşamak!’’ Bu anlamda, kişilere ve kurumlara haksızlık etmemek gerek. Niye böyle söyledim biliyor musunuz? Kısaca anlatayım.
*
Egemenlerin Ahmet Hakan gibi kalemşörleri ve ‘’defalarca kendini kesmiş, ölümden dönmüş bir bipolar olduğu’’nu söyleyen hasta ruhluların aşağılayıcı yargılamalarına defalarca tanık olmaktan usandığım için… Eylemin biçimi, yanlış taktik olduğunu herkesin seslendirme hakkı her zaman olmalı, ama öncelikle haklı ve meşru talepler sahiplenilip ses olunmalı. Ses olmasan, desteklemesen bile, bu eylem bitene kadar susmayı bilmek gerek. Yoksa, hiç kimse ve eylem biçimi, eleştirinin üzerinde olamaz. Ama, haklı ve meşru taleplere ses olmak bir yana, sabahtan akşama bu eylemle ilgili küfrü kelamlara ritüeller sergiletirsen, işte bu olmaz. Bu davranış, insani bile olamaz…
*
Evet, insan güzeli bu üç kardeşimiz, üç evladımız şimdi huzur içinde ebedi olarak uyumaktalar. Ne açlık çekiyorlar, ne de ağrıları kaldı. Gözleri açıktı, zira o an için istediklerini gerçekleştiremediler. Ama, gelecek güzel günlere olan inançları tamdı. Şimdi dillerde türküdür her biri ve biz, sessizliğimizi devam ettirerek şimdilerde ölüm orucunun yüzüncü günlerinde olan kardeşlerimiz için de ölümü bekleyecek miyiz, işte bunu düşünelim.
*
Üçler öldüler, topraktalar. Peki ne için? Baskı, zulüm, ötekileştirme, adaletsizlik olmasın diye. Peki ne istediler? Tam bağımsız, laik, demokratik bir ülkede, herkes özgürce konuşup yazsın, kardeşlik ve hakça paylaşım tek egemen yaşam biçimi olsun, türküler her dilde rahatça söylensin diye.
*
Yürekleri insanlık sevdasıyla dolu Helin, Mustafa ve İbrahim, üç karanfil. Nisan ve mayısın üç insan güzeli. Özlemleriniz bu topraklarda mutlaka, ama mutlaka gerçekleşecek. Bir gün mutlaka, geleceğimiz güzel olacak!..
*
‘’Bizim de günümüz gelecek!’’ diyerek, uğrunda sevdalandıkları yaşamdan vazgeçenlerin anılarına saygıyla… 10 Mayıs 2020 KARGIPINARI/MERSİN BEKİR SITKI KEÇECİ
*
1981 yılı 5 mayısında, ölüm orucunda kaybettiğimiz İrlanda Cumhuriyet Ordusu yöneticilerinden Bobby Sands’ın cezaevinde tuttuğu günlüğündeki son cümle; ‘’Tiocfaidh ar la! / Bizim de günümüz gelecek!’’
**
Eğer ki bir gün cesaret edebilirsem, 2001 yılı sonlarında F-Tipi cezaevinin tek kişilik hücresinde, ölüm orucunun 230’lu günlerini geride bıraktığım o zamanlarda beni ziyaret eden ‘’bok böceği’’yle muhabbetimi, dostluğumu yazmak isterim. Elbette, cesaret edebilirsem…
- 49 gösterim