Sevgili Adil,
Kart ve mektubunu aldım. Davan da düşmüş. Ne diyelim! Böylesi absürt bir davanın, kurumların ciddiyetini tartışmalı hale getireceği düşüncesiyle uzatmak istememişlerdir herhalde.
74,5 lirayı alma mücadelende de başarılar dilerim. O parayı vermemek için devlet kim bilir kaç bin liralık masraf yapacaktır şimdi.
Bir sanatçı olarak senin de sorguladığını görmek beni sevindirdi”, demişsin. Gerçi “sanatçı” kavramına pek alışık değilim ama ideolojik-politik konulardan sanata kadar, kimi konuları sorguluyorum.
Gönül isterdi ki şöyle karşılıklı oturup sohbet edebilsek ve düşüncelerimi paylaşabilsem… Zira her şeyi mektuba yansıtamıyorsun.
Kanaatimce 20. yy. koşullarında edinilmiş alışkanlıklar var ve bu statükoculuk, tutuculuk… biçiminde günümüzde de tezahür ediyor. İdeolojik-politik dogmatizm olduğu gibi sanata da yansıyor. Doğal olarak kendini tekrar yaşatıyor, yaratıcılık gelişmiyor. Yaratıcılığın olmazsa olmazı özgürlüktür. Tabu ve doğmalardan kendini kurtaramamış bir zihin kendine devrimci de dese-özgür değildir ve doğal olarak orijinal yaratımlarda bulunamaz.
Bir kitapta okumuştum. İç engelleyicilerin dış engelleyicilerden çok daha tehlikeli olduğunu belirtiyordu. Bence de asıl yoğunlaştırılması gereken iç engelleyicilerin zihinden silinmesidir. Dış engeller bir süre sonra mani olabilir. Ama bir gün gelir koşullar değişir ve o engeller kalkar; yapmak istediğini yaparsın. Ama iç engelleyicilerin güçlü olduğu bir zihin kendisi engeldir. Koşullar elverişli hale gelse bile bir şey yapmaz.
Elbette ki eleştirilerimizin odağında egemen sistem var, olmalıdır da. Ama bu, kendi yanlışlıklarımızı eleştirmeyeceğimiz anlamına gelmez. Gelmemelidir de. Aksi durumda samimiyet ve dürüstlük tartışmalı hale gelir. Örneğin sistemi antidemokratiklikle- haklı olarak- suçlayıp kendi iç demokrasisini geliştirmemek! Fikir özgürlüğü isterken farklı fikirlere tahammül etmemek!.. Kendimizle barışık olduğumuz ölçüde sistemle mücadele edebiliriz.
Son çeyrek asır-ki ben bu dönemi zindanda geçirdim-çok öğretici bence “Kendini gör, tanı” dedirtecek cinsten gelişmeler yaşandı. Amaç tabular, doğmalar o kadar güçlü ki dokunulamıyor diyeyim. Dinciler bile kendilerini zamanın ruhuna göre biçimlendirmeyi bir gereklilik görüyor çoğu zaman. Ama bir aynılığın, tekrarın rehavetine o denli kapılmışız ki eleştiriden, değişimden hazzetmiyoruz. Çünkü değişim aynı zamanda çatışma ve efor demektir. Bazen de tartaklanma demektir. Etiketlere, sıfatlandırmalara maruz kalmamak için bunu göze alamıyoruz. Zira biliyoruz ki bizde kavramlar çok ucuz. En ucuz biçimde melek de olabilirsin şeytan da. Coğrafyamız her üç semavi dinin çıkış yaptığı yer. Kutsallanan, tabulanan, biat kültürünün merkezi. Aynı biçimde Hiyerarşi, sınıf ve devletin de anavatanıdır coğrafyamız. Dincisi ve laikinin ideolojileri farklı olsa da tarz ve yöntemde benzerlikler çok. Dogmatizm ve tutuculukta, fetişleştirmede birbirlerine yabancı değiller. Kendimizi anlayabilmek için belki de dinleri çözümlememiz gerek, bilemiyorum. Zira dindeki her bir tabunun laik, hatta devrimci versiyonunu hemen oluşturuyoruz.
Bir dönemler Sartre’ı ya da Nietzsche’yi okuyamıyorduk. Okunmamasını söyleyenlerin kaçı Sartre’ı ya da Nietzsche’yi okumuş, bundan da emin değilim. Ki tarihinde birileri “kötüdürler” demiş ve böyle gelmiş, böyle gidiyor. Oysa bugün görebildiklerimiz Sartre 50-60 yıl önce görmüş ve eleştirmişti. Daha sonraları kendisine verilecek Nobel ödülünü bile elinin tersiyle itecek olan Sartre’a yanılmıyorsam tarihin bir ironisi olarak dönemin cumhurbaşkanı “ Fransa’nın vicdanı” diyecekti.
Aslında insan kendi karşıtından bile çok şey öğrenebilir. Zaten eleştirebilmek için tanımak, öğrenmek gerekir. Ama biz okumadan, tanımadan bilenlerdeniz. Nasılsa birileri adımıza düşünüyor; tanımaya, öğrenmeye ne gerek var. Hem sloganlar, basmakalıp laflar da beyne efor harcatmadığından kolayımıza geliyor.
Bir düşünürün dediği gibi, “Ancak cahiller her şeyi bildiğini zannedebilir” ve her konuda hüküm vermede üstümüze yok.
Sevgi ve saygılarımla.
Ahmet Bilge
- 11 gösterim