Gültan Kışanak: Beton duvarlar ne kadar soğuk olursa olsun, yüreğimiz özgürlük umuduyla ısınıyor

Tutuklu eski Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Gültan Kışanak, tutuklu bulunduğu hapishaneden soruları yanıtladı

6 Ocak 2020

2016’dan beri tutuklu olan eski Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak, yeni yılı, yeni umutlarla karşıladıklarını belirterek “Demir kapılar ve beton duvarlar ne kadar soğuk olursa olsun, yüreğimizin halkımızın özgürlük umutlarıyla ısınıyor.” dedi.

Yeni Özgür Politika’dan Yavuz Özcan’ın sorularını tutuklu bulunduğu Kocaeli F Tipi Kapalı Hapishanesi’nde avukatları aracılığıyla yanıtlayan Kışanak, “Artık karşımızda bildiğimiz, en azından ‘batı normlarına uymaya çalışıyormuş gibi görünme’ telaşında olan bir devlet yok. Basın ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ortamda, demokratik muhalefetin işinin ne kadar zor olduğunu hepimiz biliyoruz. Faşizm ancak toplumsal muhalefetle geriletebilir” diye konuştu. Kışanak, yeni yılı yeni umutlarla karşıladıklarını ifade etti.

Kışanak şunları kaydetti:

“Demokratik muhalefet, özel olarak da Kürt siyasetinin yeni durumu doğru analiz ederek, bu gidişatı durduracak siyasal bir tutum geliştirmesi gerekir. Bugün yaşananlar, günümüzden daha çok, geleceği ilgilendiriyor. Mutlaka bir yol bulunarak, iktidarın tehlikeli adımları deşifre edilmeli. Halkın ‘oy hakkımı istiyorum’ diyerek, vatandaşlık haklarına sahip çıkması bu gidişatı durdurabilir.”

Cezaevinde 3 yılı geride bıraktınız. Yargılama süreciyle ilgili neler söylemek istersiniz?

Görevden alınarak tutuklanmam ve belediyeye kayyum atanması siyasi bir operasyondu. Doğal olarak yargı süreci de bu siyasi operasyonun uzantısı olarak devam ediyor. Bunu gizleme gereği duymuyorlar. Gözaltına alındığımda dava dosyasını hazırlamak ve tutuklamayı garantilemek üzere Ankara’dan özel bir kişi gönderilmişti. Emniyette bana kendisini ‘Numan’ olarak tanıtan bu kişi, açık açık “sizinle ilgili dosyaları hazırlamak için Ankara’dan geldim, bir iki ay sonra işim bitince döneceğim” dedi. Söz konusu kişi beş günlük gözaltı süresi bittiğinde bizimle birlikte adliyeye de geldi. Oradaki süreci de yönetti. Tutuklama kararı verildikten sonra, sevkedileceğimiz cezaevlerini ve bizi götürecek uçakları da bu kişi ayarladı. Benden sonra gözaltına alınan milletvekillerimizle ilgili süreçleri de bu kişinin yönettiğini arkadaşlardan öğrendim.

Benim ve diğer siyasetçi arkadaşlarımın tutuklanması ve hakkımızda açılan davalar tamamen iktidarın talimatları doğrultusunda yürütülüyor. Davaların siyasi niteliğini görünmez kılmak için bin bir türlü hukuksuzluk yapılıyor. Aynı mitingde, aynı basın açıklamasında yaptığımız konuşmalar nedeniyle her birimiz ayrı ayrı davalarda yargılanıyoruz. Eğer bir faaliyet ‘örgütlü suç faaliyeti ise’, en azından ‘suç ortaklarının birlikte yargılanması gerekmez mi? Toplu siyasi dava görüntüsü oluşmasın diye siyasi faaliyetlerimizin her birini, farklı bir mahkemede farklı bir davaya dönüştürdüler. Bunların tümü iktidarın talimatlarıyla oldu. Yoksa hukuk, aynı olaylardan suçlananların, aynı dava dosyasında yargılanmasını öngörür. Şimdiye kadar da hep böyle oldu. 90’larda toplu HEP davası vardı, 2000‘lerde siyasi parti yöneticileri ve belediye başkanlarının yargılandığı toplu KCK davaları açıldı. Bu kez iktidar, yargıya talimat vererek, her birimiz hakkında çok farklı illere serpiştirilmiş yüzlerce dava açılmasını, böylece kamuoyu oluşmasını önleme taktiğini izledi. Yine güvenlik gerekçesiyle davaların farklı illere sürülmesi de siyasal iktidarın talimatıyla oldu.

Benimle ilgili iddialar ağırlıklı olarak Diyarbakır’da katıldığım siyasi çalışmalardan oluştuğu halde, dava Malatya’ya sürüldü. Kocaeli Cezaevi’ne getirildim. İki yıl buyunca ‘güvenlik’ bahanesiyle duruşmalara dahi götürülmedim. SEGBİS denilen bir yöntemle, cezaevinde bir kamera karşısında savunma yapmaya zorlandım. SEGBİS’i kabul etmediğim için iki yıl boyunca savunma yapamadım. 15’er yıl hapis cezası verilerek, iktidarın talimatını yerine getirdiler. İktidar seçim meydanlarında ‘yargı suçlu buldu’ diyerek siyasi operasyonları savunacak argüman lazımdı çünkü. Yargının görevi de iktidara bu argümanı vermekti. Bu anlamda yargının görevini başarıyla yaptığını söyleyebilirim. Bütün yaşadıklarımıza bakınca, yargıya siyasal operasyonları meşrulaştırma görevi verildiği net olarak görülüyor.

Türkiye tarihinde hiç bir zaman yargı bu kadar açık bir şekilde iktidar talimatıyla çalışır hale gelmemişti. Yerel mahkemenin verdiği karar, seçim geçtikten sonra, bölge adliye mahkemesi tarafından bozuldu ve dava yeniden görülmeye başlandı. 13 Ocak 2020’de duruşma var.

Yargılamanın tamamen siyasal sürece bağlı olarak geliştiğini biliyoruz, ancak kamuoyuna, halkımıza, kadınlara karşı sorumluluğumuz var. Bu nedenle ben de, Sebahat Tuncel de duruşmaya katılarak hukuku, adaleti ve özgürlükleri savunacağız.

Size yönelik suçlamalar tam olarak neleri içeriyordu?

Siyasi parti olarak yaptığımız bütün faaliyetler, yasadışı gösterilerek dava dosyasına konulmuş. Newroz ve 8 Mart mitingleri, 25 Kasım kadına yönelik şiddetle mücadele günü yürüyüşü, 2012 yılında cezaevlerinde yapılan açlık grevleri için yaptığımız basın açıklamaları ve yürüyüşler, belediyelerimizin düzenlediği festivaller, sokağa çıkma yasakları sürecinde Diyarbakır’a barış nöbeti için gelen kadınları karşılama, kısacası tüm siyasi faaliyetlerimiz suçlama konusu yapılmış. Öyle ki konuşmam olsun olmasın bir yürüyüşte, bir basın açıklamasında, bir mitingde çekilmiş bir kare fotoğraf varsa, suçlama için bu yeterli sayılmış. Öylesine saçma suçlamalar var ki insan ne diyeceğini bilmiyor.

Bir iki örnek vermeniz mümkün mü?

Örneğin, 2013 Diyarbakır Newroz mitinginde sadece protokolde oturan bir kare fotoğrafım suçlama için yeterli görülmüş.

– Merhum YNK lideri Celal Talabani’nin eşi Hero Talabani’nin de katıldığı bir Newroz mitinginde ‘Kürdistan’ın dört bir yanından gelen misafirlerimizi selamlıyorum’ dediğim için yargılanıyorum.
– Kadına yönelik şiddet ideolojiktir’ yazan bir pankartın arkasında yürüdüğüm için…
– Eş başkanı olduğum dönemde BDP’nin kadın meclisi toplantısına katıldığım için suçlanıyorum.

Bu davayı belediyemize el koymak için açtılar, ancak dava dosyasında belediye ile ilgili tek suçlama cenaze araçlarının görevini yapması, yani cenaze taşımasıydı. Bu iddianın saçmalığı da anlaşıldığı için, mahkeme kararına gerekçe olarak bile gösterilmedi. Çünkü yasa gereği, mezarlık ve defin hizmetleri belediyelerin asli görevleri arasında yer alıyor. Açıkça iktidar, muhalefetin iktidardan ayrı bir siyasal programı olmasını bu siyasi programı halka anlatmak için etkinlik yapmasını, iktidarın icraatlarını eleştirmesini, halkla birlikte iktidar politikalarına karşı yürüyüş ve miting yapmasını suç olarak görüyor. Yani demokratik muhalefet istemiyor. Hakımıza açılan siyasi davalar da bunun göstergesi.

12 Eylül’de işkencelerle belleklere kazınan Diyarbakır Cezaevi’nde kaldınız. OHAL sürecinde de cezaevlerinde hak ihlalleri, işkence iddiaları arttı. Kaldığınız cezaevinde koşullar nasıl?

Bu ülkede ne kadar çok cezaevi varsa, o kadar çok demokrasi, insan hakları, sosyal ve ekonomik sorun var demektir. Türkiye sanırım cezaevlerindeki doluluk açısından dünya ikincisi. AKP iktidarı sürekli yeni cezaevi yapmakla övünmesine rağmen, bir türlü cezaevi yetmiyor. Çünkü hak gaspları, adaletsizlik, yoksulluk, işsizlik her geçen gün artıyor. Siyasi, toplumsal ve ekonomik sorunlar da buna paralel olarak katlanıyor. Demokrasi yoksunluğu artık kriz düzeyine geldi, şekli demokrasi bile rafa kaldırıldı. AKP iktidarı, 2015 yılından bu yana seçmen iradesini kabul etmiyor. Ya seçimi iptal ediyor ya da halkın seçtiği temsilcileri tutuklayıp cezaevine gönderiyor. Demokratik muhalefetin polis ve yargı eliyle ortadan kaldırmak istendiği bir süreçten geçiyoruz.

Bu açıdan 12 Eylül darbe döneminden farklı değil içinde bulunduğumuz durum. Yargının bile bu kadar siyasallaştığı, doğrudan iktidarın emrine girdiği bir süreçte, cezaevlerinin durumu az-çok tahmin edilebilinir. Cezaevleri günlük, anlık olarak iktidarın talimatları doğrultusunda yönetiliyor. Bakanlık ‘Yeni Yaşam gazetesi verilmeyecek’ dediyse, cezaevi yönetimi hukuku bir yana bırakarak, bakanın talimatını yerine getiriyor. Bu hukuksuzluğa karşı yargı yoluna başvurmanın bir anlamı yok. Çünkü o da iktidarın emrinde. Ayrıca ülkedeki genel milliyetçi atmosfer en çok cezaevlerinde hissediliyor. Genel uygulamaların yanı sıra, kişisel tutumlarda koşulları ağırlaştırıyor. Bizim şahsımızda halkın iradesinin tutsak alınmak istenmesi en büyük sorunumuzdur. Birkaç metre karelik bir hücreye bir insanın hayallerini ve duygularını sığdırmak bile kolay değilken, bir halkın iradesini, umutlarını sığdırmak mümkün mü?

F ipi cezaevleri bilindiği gibi üçer kişilik tecrit mekanları. Ben, Sebahat Tuncel ve Selma Irmak ile birlikte kalıyorum. Zamanımızın büyük bir kısmı, toplumsal ve siyasal sorunları ve çözüm imkanlarını tartışmakla geçiyor. Okuma, yazma ve spor, cezaevlerinin klasiği…

Sizce nereye kadar gider bu süreç, bu konuda bir öngörünüz var mı?

Durum çok açık aslında. İktidar, demokratik muhalefet istemiyor. Temel hedefleri tüm aykırı sesleri tamamen susturmak. Ayrıca Türkiye’de yeni bir devlet aklı inşa edildi /ediliyor. Artık karşımızda bildiğimiz, en azından ‘batı normlarına uymaya çalışıyormuş gibi görünme’ telaşında olan bir devlet yok. İktidar/devlet çok kutuplu dünyada bir yer edinme çabası içerisinde. Buna bir de Kürt sorunu konusunda devletin çok farklı kanatlarının ittifak halinde olması eklenince, durumun ne kadar kritik olduğu anlaşılıyor. O nedenle, iktidarın bir gün tutum değiştireceğini, artık böyle sürdüremeyeceğini varsaymak saflık olur. Genel olarak demokratik muhalefet, özel olarak da Kürt siyasetinin yeni durumu doğru analiz ederek, bu gidişatı durduracak siyasal bir tutum geliştirmesi gerekir. Bugün yaşananlar, günümüzden daha çok geleceği ilgilendiriyor. Mutlaka bir yol bulunarak, iktidarın tehlikeli adımları deşifre edilmeli. Ortak geleceğimizin ancak demokratik kültür ile kurulabileceği topluma anlatılmalıdır. Milletvekillerinin ‘basın açıklaması’ yapmasına bile izin verilmediği, basın ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ortamda, demokratik muhalefetin işinin ne kadar zor olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak faşizm toplumsal muhalefetle geriletilebilir.

Kürt halkı açısından seçtiği temsilcilerinin sürekli devre dışı bırakılması, ciddi bir kırılma yaratacak düzeye geldi. Sandık ve seçim daha fazla anlamını yitirmeden, bu duruma bir çare bulunması gerekir. Yerel yönetimler açısından bir sonraki seçime kadar bu tablo devam ederse, belediyeler tam 8 yıl boyunca kayyum eliyle yöneltilmiş olacak. Bu demokrasi ve halkların hakları adına bir felakettir. Oy temsili demokrasilerde vatandaş olmanın birinci kriteridir. Halkın ‘oy hakkımı istiyorum’ diyerek, vatandaşlık haklarına sahip çıkması bu gidişatı durdurabilir.

Mevcut koşullarda gidilecek bir seçim nasıl bir süreç getirir, ne tür bir tablo ortaya çıkar?

İktidarın bir erken seçim hazırlığı var mı bilmiyorum. Pek ihtimal de vermiyorum. Bu iktidar anayasayı tek başına değiştirebilecek çoğunluğu garantileyecek bir atmosfer yakalarsa ya da cumhurbaşkanına bir dönem fazladan seçilebilme imkanı yaratırsa erken seçime gider. Şu an koşullar da bunun için uygun değil. Yeni kurulan veya kurulacak olan partilerin önünü kesme taktiği izleyerek erken seçim kararı alması pek olası değil, çünkü bu koşullarda yapılacak bir seçimden daha az vekille dönme ihtimali daha fazla. Muhalefetin, iktidarı seçime zorlama tutumu doğru bir siyasettir. Fakat bu ‘yarın seçime gidelim’ kolaycılığına dönmemeli. Erken seçim çağrısı, ancak güçlü bir toplumsal hareketlilikle birlikte bir anlam kazanır. Alternatif siyasi program ve kapsamlı bir kampanya ile halkın karşısına çıkılabilinirse, erken seçim çağrısı toplumsal muhalefetin önünü açar. Unutulmasın ki bu iktidar uzunca bir zamandır, sırf bir alternatif yaratılmadığı ve toplumsal refleks örgütlenmediği için seçimleri kılpayı farkla kazanıyor.

Biraz da muhalefet partilerine değinelim. Kayyum atanırken tepkisiz kalan, Rojava’ya yönelik işgal harekatına onay veren CHP’nin tutumunu nereye koymak gerekiyor?

Bugün büyük bir demokrasi krizi yaşanıyor, bu krizden çıkış için -farklı versiyonları olmakla birlikte- iki ana yol vardır. Biri hak ve özgürlükler alanını genişletmek, demokrasiyi güçlendirmek ve sorunlara demokrasi içinde çözüm aramak. Diğeri de değişim ve demokrasi beklentilerini ‘tehdit’ olarak kodlayıp, sorunları şiddet yoluyla bastırmaya gitmek. CHP bu ikisi arasında bocalayıp duruyor. Demokrasiden yanaymış gibi görünürken, Kürt sorunu söz konusu olduğunda ‘şiddetle bastırma’ yoluna destek veriyor. Bu paradoks CHP’nin tarihsel bagajıyla ilgilidir. CHP bu bagajdan kurtularak, demokrasi güçlerinin yanında durmayı başarabilirse, Türkiye’nin dünya hegemon güçleri arasında yeni müttefikler edinmeye çalışıp, batı blokunu toptan karşısına alarak bir felakete doğru yelken açmasını da önleyebilir. Hem Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini şiddetle bastırmayı meşru görüp, hem de demokrat olunmuyor. CHP’nin kendisini bu paradokstan kurtarması gerekir.

Yaşadığı ağır saldırılar nedeniyle Kürtlerin son seçimlerde gösterdiği ‘iktidara ders verme’ tutumunun da doğru anlaşılması gerekir. Bu tutum, barışa, çözüme ve demokrasiye bir davetiyedir. Şimdi bu davete icabet etmesi gereken CHP’dir. Ancak iktidarın, Kürt illerindeki belediyelere kayyum vasıtasıyla el koyması karşısında bir iki açıklama yaparak demokratlık görevi yerine getirilmiş olunmuyor. Türkiye’de yerel yönetimler zaten merkezi iktidarın vesayeti altındaydı. Kayyum KHK’si ile vesayet altındaki yerel demokrasi bile tümden ortadan kaldırıldı. AKP, kendi il ve ilçe yönetimlerini bile bu kadar kolay görevden alamaz. Son olarak CHP’li Urla belediyesine de kayyum atandı. CHP hâlâ yerel özerkliği ve demokrasiyi savunan, merkezi iktidarın vesayet ve keyfiyetine karşı çıkan net bir tutum almadı. İktidara kayyum atama yetkisi veren o KHK iptal edilmeden, şeklen bile olsa ‘Türkiye’de yerel demokrasi vardır’ denilemez. İktidarın bu pervasızlığına karşı ‘Avrupa Yerel Özerklik Sözleşmesindeki çekincelerin kaldırılması’ talebiyle yanıt verilmelidir. CHP net bir tutum almazsa, kazandığı belediyeler görevden alınmasa bile hiçbir iş yapamaz hale gelecektir. Belediyelerin hiçbir mali özerkliği yok. Yarın iktidar isterse Kanal İstanbul’u yapar, parasını da İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin bütçesinden keser. Sırf Kürtler de yararlanır kaygısıyla ‘yerel özerkliğe’ karşı çıkmak, CHP’nin en büyük ayıbıdır. Ama bu ayıplı durum, hem ülkeyi hem de CHP’ye pahalıya mal oluyor.

Sizin bir gazetecilik geçmişiniz de var. Basına yönelik baskı, tutuklama ve davalarla ilgili düşüncelerinizi de sormak istiyorum…

Gizleyecek bir şeyiniz yoksa, gerçeklerin yazılmasından korkmazsınız. Cezaevindeki gazetecilerin hiçbiri “yalan“ haber yazdıkları için tutuklu değiller. Asıl dert, ‘niye yazdın?’ Cezaevlerindeki gazetecileri özgürlüğüne kavuşturabilmek için, dışarıdaki meslektaşlarının daha cesur olması, gerçekleri yazma konusunda ısrarcı olması gerekir. En güzel dayanışma, gerçeklerin üzerine giderek gösterilebilir. Cezaevlerindeki tüm gazetecilere selamlarımı ve dayanışma mesajımı iletiyorum. Yalanın perdesini yırtabilirsek, cezaevlerinin kapısı da açılır. Gerçeği öldürmeden hiçbir otoriter rejim ayakta kalamaz. O nedenle tüm otoriter rejimler önce basın özgürlüğünü ortadan kaldırır, medyayı denetim altına alırlar. Ne yaşandığı değil, ne gösterilmek istendiği önemlidir. Kamuoyu böyle denetim altına alınır. Doğrusu AKP iktidarı, önce kendi medyasını yaratma, ardından nerdeyse tüm ulusal medyayı teslim alma ve muhalif ses çıkarmaya çalışanları da cezaevlerine atma konusunda inanılmaz bir başarı gösterdi. Türkiye’de medya hiçbir zaman bu kadar tek sesli olmamıştı. Basın özgürlüğü, özgürlüklerin temelidir. Demokrasi mücadelesi, basın özgürlüğünü öncelikli gündem olarak ele almalıdır.

Yanınızda Sebahat Tuncel ve Selma Irmak’ın da olduğunu söylediniz. Toplu olarak neler söylemek istersiniz?

Bu cezaevinde 9 (Figen Yüksekdağ, Sebahat Tuncel, Çağlar Demirel, Gülser Yıldırım, Selma Irmak, Nurhayat Altun, Edibe Şahin ve Aysel Tuğluk) siyasetçi kadın var. Ben, Sebahat Tuncel ve Selma Irmak birlikte kalıyoruz. Tüm siyasi kadın tutsaklar olarak, bu vesileyle halkımızın ve tüm dostların yeni yılını kutluyoruz. Barış ve özgürlük mücadelesinin başarıya ulaştığı, acı ve gözyaşının geride kaldığı bir yıl olmasını diliyoruz. Bizler yeni yılı, yeni umutlarla karşılıyoruz. Demir kapılar ve beton duvarlar ne kadar soğuk olursa olsun, yüreğimizin halkımızın özgürlük umutlarıyla ısınıyor.

Hepimizin ortak bir temennisi daha var: Geçtiğimiz yıl kadına yönelik şiddet açısından da kapkaranlık bir yıl oldu. Önümüzdeki yılın kadın özgürlük mücadelesinin daha güçlendiği ve kadına yönelik şiddetin durdurulduğu bir yıl olmasını diliyoruz.

Türkiye’nin Kuzey-Doğu Suriye’ye yönelik işgal saldırılarını ve bunun sonucunda yüzlerce ölümün yaşanmasını, binlerce kişinin yerinden yurdundan edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dün Suriye’de kimliksiz yaşamaya mecbur edilen Kürtler bugün Demokratik Suriye’nin temel dinamiği olarak tarih sahnesine çıktı. Eğer Kürtler IŞİD’e karşı durmasaydı bu barbar güruh bırakalım Şam’ı, herkesin kapısına dayanacaktı. AKP iktidarı IŞİD yenilgisinin ve Şam’ın düşmemesinin faturasını Kürtlere ödetmek istedi ve istiyor. Rojava işgalinin nedenlerinden biri de bu. Şimdi Kürtlerin yeni Suriye’de siyasi statü elde etmesini önlemek istiyor. AKP iktidarı, mevcut durumda Suriye’de siyasi bir çözüm istemiyor, istedikleri ya IŞİD artığı güçlerin ya Şam rejiminin ya da ABD ve Rusya’nın, velhasıl Kürtler dışında bir gücün Rojava’yı işgal etmesi. İşgali bu nedenle yaptılar. Türkiye’nin Suriye’de daha fazla yer işgal etmesini, kimsenin istemeyeceğini biliyordu. Rusya ve Şam, Türkiye’yi kullanarak Kürtlere karşı ellerini güçlendirdiler ve ABD’nin etkisini gerilettiler. Türkiye’nin elinde ise çatışmalı yerler ve sürekli finanse etmek zorunda olduğu çeteler kaldı. Bu işgale karşı direnen Kürtlerin temel kazanımı ise ulusal birlik ruhu ve siyasi statü yolunda ilerleyebilmek için bir müzakere zemini elde etmek oldu. Kürtlerle diyaloga yanaşmayan Şam rejimi eninde sonunda Kürtlerle görüşmeye başlayacaktır. Ayrıca daha önce IŞİD’e karşı yürütülen Kobanê direnişi nedeniyle küresel gündeme taşınan Kürt sorunu,Türkiye’nin son işgal girişimi karşısında tüm dünya halklarının gündemi haline geldi. AKP’nin ‘terörle mücadele’ argümanı çöktü, tüm dünya Kürtlerin haklarını konuşmaya başladı. Ulusal birlik ruhu, ’müzakere zemini’ ve dünya kamuoyunun desteği doğru değerlendirilirse sadece Rojava’da değil, Kuzey’de de barış ve siyasi çözüm potansiyeli taşımaktadır.

Kaynak: Gazete Yolculuk