“Mahsus mahal” olan hapishaneler, devletlerin, dışarıda kendilerine benzetemedikleri muhalifleri çıplak “zor” ve “ikna” yoluyla kendilerine benzetmek istedikleri “ıslah” mekanlarıdır. Zulmün küçük hisseli ortağı her gardiyan “ıslah imza”dır. Özellikle siyasi mahpuslar burada, devlete “rağmen” kendileri kalmak, devlete benzememek için direnirler. Sosyal-toplumsal bir varlık olan insanın bedenini ve zihnini hasar mekanizması olarak tasarlanan hapishaneler, devletlerin kurucu kutsallarından “duvarlardan” örülmüş mikro devlet, mikro toplumdur.
“Kimlik” politikalarının bir değer olduğu kadar, “özcü” bir yaklaşımla “kimlik” çemberi içinde kalınırsa, karşı çıktığı şeyleri üretecek bir sorun da olduğu tartışmaları bir yana, bir kavmin/insanın onu kendi kılan siyasal, kültürel özelliklere benzemek istemesindan doğal ne olabilir? Daha doğrusu, başka bir tarife kaydedilerek varlığının ve dilinin inkarına direnmesinden doğal ne olabilir. İsmi dahil onu var eden herşeyi elinden alıp, “ulus devlet zorunluluğu”yla başka tanıma mecbur etmek, egemen kavmin kendi özgürlüğüne de duvar örmesidir. Devletler bu duvarı, herkesi Türk ilan ederek, devlete esir düşmüş Türkçe’yi, bu duvarın harcı yaparak kötü yola düşürüp diller karşısında mahcup eder. Tarihte ve gündelik hayatta şiddetin/zorun rolü tartışmalarına girmeden Ziya Paşa’nın, “Nush (nasihat) ile uslanmayanın etmeli tekdir/Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” beytini, “duvar” politikası-poetikası olarak da okuyabiliriz. Teslim alınmakla kalmamış, kalbi ve duyguları da çalınmış devlet ve kötülük taklidi, “ölü sevici” kör-sağır kitlelerin hali ise, “İç bade güzel sev var ise akl u şuurun/ Dünya var imiş ya ki yoğ olmuş ne umurun” beytinde gizlidir sanki. (En acı gerçeklerden biri de, nesnesi ve öznesi “dil” olan şiir bahsindeki trajedidir. Bir başka dilin özgürlüğünü, savunmayan “dil korkusu”ndan oluşmuş şairlerin konumu, o dil(ler) karşısında Türkçe bir gardiyan olmak değil midir? 12 Eylül sonrasında Amed Zindanı’nın görüş yerinin duvarındaki “Türkçe konuş çok konuş” yazısıyal, hergün hayatlarında “dil suçu” işleyen üniter/muvazzaf şairler arasındaki farkı biri bana anlatsın!)
Çocukluğumuzda meptupların adres bölümünde “eliyle” yazar, mektuplar o “mektuphane”den alınırdı. Mahpusları anlamak, çığlıklarını zarflayarak dışarıya gönderilen “görülmüştür!” damgalı mektupların üzerindeki “eliyle” sözcüğünü anlamaktır. “Tarih eliyle” dışarıdakilerin okuması için gönderilmiştir bu mahsus mektuplar. Bunları adreslerinden almamak, açmamak, okumamak, okutmamak içerdekinin “mahsus” davetine icabet etmemek, “benden sana zarar gelmez” anlamına gelen “merhaba”sını almamaktır. Taksim-taksim edilerek pazarlanmaya başlanan Taksim’de yazarların eyleminde okunan, edebi ve siyasi olarak derin mektuplardan birindeki “hapishane duvarlarına benzemeyeceğim” cümlesi bu eylemin gerekçesinin özüdür. İnsan en çok diline benzer. Dil, o kavmin/insanın anlam dünyasının taşıyıcısıdır. İçerideki insan ise en çok mektuba benzer. Dışarıdakiler içerden “elden”, “eliyle” gönderilen mahpusu temsil eden mektubu açık görüş yapar gibi okur.
Öte yandan, iktidardaki ve muhalefetteki zalimler yerine dil hakkı üzerinden bedenlerine kendilerini yazan, Osmani-Cumhuri büyük ve tek tip zulmün dışardaki ortakları karşısında bedenlerini işaretleyen, gerekirse bedenlerini terk edeceklerini duvarlara mektup olarak yazan Kürt eylemcinin “duvara benzememek” inadı, hapishane duvarını aşan evrensel bir sorunu dert olarak kalbimize soru olarak zihnimize iliştiriyor. Genelde açlık grevleriyle başlayan süreç, özelde ise “duvara benzememek” çığlığı, bize kendi duvarlarımızı da hatırlatarak, herkesi kendisiyle yeniden tanışmaya, yüzleşmeye ve kalbinin yerini yeniden işaretlemeye çağırıyor. Özellikle ve öncelikle dünyayı birer tabu olarak algılayan bilgilerimizden oluşan, kendimizle kendimiz arasında devletin ördüğü milliyetçi-ırkçı duvarları yıkmak için her sabah yeni kendimize taşınmak...
“Tarih eliyle” bana ulaştırılan “hapishane duvarlarına benzememek” cümlesinin beni davet ettiği yer, sınırsız, devletsiz, dünya karşısında sınırsız bir düşya tasavvurudur ki dünyalı değil düşyalı, tarihen-siyaseten inşa edilen verili “insan”ı esastan ve usulden reddedip “anti-insan” olan yeni bir varlık tanımı ihtiyacıdır.
Sezai Sarıoğlu
Kaynak: ozgur-gundem.com
- 2 gösterim