Müebbetlik tutsaktan deneme tadında bir mektup..."Her ülkede özgürlüğü düşleyenler var, güçlüyüz biz..."

 

“30 Mart’ı ve 6 Mayıs’ı geride bıraktık. Bu satırlar okunurken 18 Mayıs da geride kalacak. Takvim yaprağı olarak tabii ki de. Bu üç tarihin öğretici gücü hiç geride kalır mı? Ne demiştik başlarda dünyada 200 ülke var, her ülkede özgürlüğü düşleyenler var, güçlüyüz biz, “gücümüz dünyayı sarsacak”. İnanmayanlar, inanmak istemeyenler içten içe gülenler elbette olabilir. Sokağın, direnişin sesi umudu yüceltmeye, umut ateşini harlamaya fazlasıyla yeter. İçimize dolan bu sesin özlemiyle, yüreği umut ateşiyle yananlara bin selam…

Tayyar EROĞLU. 2 Nolu F Tipi Hapishane. C-İ-10 . 9TEKİRDAĞ

 

***

 

Merhaba Adil Hocam,

Bu utangaç bir merhaba. En son alelacele hazırlanmış bir kart ile çalmıştım kapınızı. Üstelik bir de aracı kullanmıştım. Bu hâletiruhiyemi tanımlayacak bir kelime var mı Türkçede bilmiyorum, yabancı dil de bilmiyorum ki. Kelimelerin gücünden yoksun kaldım şimdi. Sanırım Attila İlhan’dı “o sözler ki” diyen. Öyle bir yoksunluk içindeyim.

            Ne çok zaman olmuş, anlatılacaklar birikmiş. İki organım şu an fiiliyatta işlev gören iki organım kavga halinde. Biri diğerine yetişmeye çalışıyor, diğeri de yetişmeye çalışanın iki ayağını bir pabuca sokmaya çalışıyor. Bu kavganın sonunda baskı altında olan isyan eder muhtemelen. Şunu da yaz bunu da diyen beynin, vücudun kontrol merkezi olma üstünlüğünü kullanmak istiyor bu gibi hallerde. Bürokrat mıdır nedir anlamadım ki?

            Romanın başından kalktım. Daldan dala uçuşan düşünce esrikliğinin kaçınılmazlığı yakalayıverdi işte. Vesile olan her neyse hayra oldu sanki. Dışarıya dünya açılıyor, öyle hissediyor insan mektup yazarken. Hoş “mahpusa sığmayan fikrim hep firarda”. Hava kararınca annem eve zor sokardı bizi, en son o meşhur silahını gösterirdi. O geldi aklıma niyeyse. Şimdi diyorum acaba hala akşam olunca zorla eve sokulan çocuklar var mı sokaklarda…

            Dünyayı düşünmek istemiyor dimağım bazen. Koca kürenin her yanı yaşam mücadelesiyle dolu. Dünya haritasına baktığında kaç kişi kendine bu soruyu yöneltiyordur kim bilir? Mesela Afrika’yı haritada gören birinin ilk aklına gelen safari midir yoksa açlık mı? Yüz yıllardır sömürülen kara kıtanın kara tarihi geliyor mudur akıllara, düşünüyor mudur?

            “%2” demişti yazarın biri. Böyle söyleyince ne idiği belirsiz bir rakam gibi duruyor. Kendine sanatçı sıfatı yakıştıran birinin sosyal medyada “bugün pazartesi, yarın salı, öbür gün çarşamba” demesi kadar saçma bir alıntıya da benzetilebilir. “Hey Allah’ım ne günlere kaldık” gibi bir serzeniş de olabilir. İlk bakış bazen beynin, idealizmin elinden ne çektiğini o kadar iyi gösteriyor ki sayfalarca kitap yazsan öyle anlatamazsın. %2, beş bin yıllık sınıflı toplum tarihinde tüm savaşların koptuğu alanı ifade ediyor. Aklınıza gelen tüm savaşlar dünyanın %2’lik alanında cereyan etti. 5 bin yıldır paylaşılamayan alan.

            Felsefeden bilime, bilimden felsefeye, işlem hacmini hızlandırarak bir yolculuk yapınca –kesinlikle yorucu oluyor- paylaşılamayanın siyasal, ideolojik, tarihsel dökümünü sınıfsal bir perspektifle ortaya koyuyorsun. Zaten böyle bir okuma yapmayınca beyin kendisine bir savunma mekanizması niyetine “gerçek olanı akla uygun” hale getiriyor. Hegel’i hiç okumasa da.

            Gökyüzü kare. Hem de 16 yıldır. Öyle bildiğimiz karelerden de değil. İşte, şu baloncuk çıkaran oyuncakları düşünelim, elimizde kare biçimli baloncuk yapan oyuncak var, diyelim. Sabunlu suya batırıp üflüyoruz. Kare bombeleniyor. Evet, böyle bir kare gökyüzü. Evrene açılıyor. Göremediğimiz ha bire genişleyen evrene.

            Neler oluyor o “gök kubbenin” altında? Haberler, gazeteler dünyanın şizofreniye bağladığını yazıyor-söylüyor her gün. Hangi birini anlatsın “kalem tutan eller” “arzuhale” hangi biri sığar ki? Yüklense şimdi politik analize bir çırpıda anlatıverir Rusya-Ukrayna Savaşı’nın emperyalist paylaşım savaşının bir parçası olarak hegemonya krizinin bir yansıması olarak tecelli ettiğini. Orada da durmaz derinleştiriverir analizini savaş ve insandan başlayıp özne ve nesne ilişkisine inerek sorar varlığın varlık olarak kendini kapitalizmde mi reddeder, sosyalizmde mi?

            Hava karardı, mayıs başındayız. Yaz henüz gelmedi. Gündüz ve gece sıcaklığı arasında 10 derece fark var. Gün geceye dönünce serinlik üşütüyor insanı. Akşam yemeğimiz bulgur, patates ve yoğurttu. “Tam tarla yemeği ya” dedim. İki kişiyiz. İkimiz de köylü kökenliyiz. Güldük. Anımsadık içimizde özlemi olan o günleri. Gülümsememiz o günlere. Z kuşağı denilen genç neslin belki çok azı bilir-anlar ne demek istediğimi. Onların suçu değil tabi ki bu. İktisadi gelişmenin kaçınılmaz sonucu. Köydesin, besin desen kısıtlı. İmkanlar çok da alternatif sunmuyor. Elinde bulgur, patates, yoğurt var. Tarlada çalışırdık. Hasat zamanı. Köylüdür bu, kendi emeğini sömürmekten sakınmaz. Ölesiye çalışır. Çalışmışızdır öğlene kadar. Annem, emek dolu köy kadınları, sitillerle getirmiştir yemeği. Ağaç dibine oturmuş iştahla yerdik bulgur pilavı, patatesli hem de, yoğurdu. Belki de, bu satırları okursa “ Z kuşağı ne anlatıyon dayı” der “dayıya bak” diye de alayımsı bir gülüş çakar. Oysa ki yaşam öyle akıyordu, Mahir’lerin ayak izlerinin silinmediği köyümde.

            Tecritteyim. Elimde bir roman. Yaşamı kovalıyorum, yaşamda insanı. “Benden uzak” olan insanı. Ne değişik yaşamlar var? Haliyle ne değişik anlamlar katılıyor şu hayata. Moda deyimle sanal alemdeyim. Benimkisi mecburiyet. Bir de nesnel gerçekliğin düşünceye yansıyan ve estetik bir biçim olarak değerlenen bir sanallık benimkisi. Ne kadar sanal olursa olsun, yaşam somut akıyor. Somutluğu yaşıyor insan kendini soyutlamaya çalışsa da. Bizde durum farklı. Soyutlanıyoruz yaşamdan hem de değişik tiplerde yapılan hapishanelerde mekan daha da kısıtlanarak. “Bir adım, bir adım, bir adımda” biter bu hücre.

            Durdum. Bir boşluktayım sanki. Kant’ı ilk defa okumuş da bu filozof materyalist mi idealist mi ne ist acaba sorusunun yorgunluğu içinde debelenen birinin yaşadığı boşluk bu. Aslında aşinayım bu duruma. “An geliyor” bazen istiyor da o boşlukta olmayı. Boşluk her ne kadar yüzlerde alaycı bir gülümseme, beyinde negatif bir algı yaratsa da diyalektikten nasibini almışlarda tam tersi bir durum yaratması gerekir. Gel gör ki beynin biyolojik olarak bile duyumsadığı bu ihtiyaç ağızlara sakız oluverir. Durdum. Boş bakıyor gözlerim. Tarihin derinliklerinde bir şeyler arar gibi. Ya da karanlık olan uzay boşluğuna (hoş boşluk yokmuş orada öyle diyorlar) bakar gibi… Öyle dedim de içime bir ürperti geldi. Filmin birinde vardı. Aktör, uzay mekiğini tamir ederken elindeki anahtarı düşürdü, anahtar uzay derinliğinde (boşluk boşluk diyerek kızdırmayalım şimdi birilerini de bana antipati beslemesine vesile olmayayım) kayboldu gitti. Sahne devam ederken insan kendini anahtar yerine koymadan edemiyor. Öyle kayıp gitsen derinlikte serseri mayın gibi dolaşanlardan biri olup çıkacaksın. Komik de trajikomik gibi. Eskiler der ki ayağını yerden kesmeyecen! Ne işin var uzay derinliğinde. “Otur evinde be ya“

            Sınırlarla çevrili dünyamızda 200 ülke var: Her ülkede özgürlüğün düşünü kuran insanlar… Ne kadar da çoklar “kimler yok ki aralarında” Afrikalılar, Sibiryalılar, Latin Amerikalılar, Güney Asyalılar o kadar çoklar ki enternasyonal düşün peşinde olanlar “hep birlikte biz onlardan uzağız, hep birlikte onlar bizden” işte bir düş kadar da yakınız birbirimize. Hangi dilde söylenirse söylensin sımsıcak etmez mi insanın yüreğini, özgürlüğün düşü. İsyan dile geldiğinde ha Asyalı olmuş ha kıta Amerika’sından olmuş. Öyle bir sarar ki insanı “yeter ki sol yanda” enternasyonalizm olsun “kurumayanından”

            Belki de içten içe karanlığın hükmü çöküyordur “o nursuz” konuştukça. Kelimeyi birleştirmek tıpkı onun gibi burjuvaca olurdu. Nursuzluk daha evla olmasa gerek onların dilindeki anlam açısından. Politik alanın cazibesi de bazen başka oluyor. Bir yandan da politika dili sivriltiyor. Analiz-sentez döngüsünde diyalektik jimnastiğine bir başlayınca beyin, dil ne yapsın sonuçta nabza göre şerbet vermek zorunda. Belki el dilin isyanına destek verebilir, ama politik alanın da bir hükmü var. Burjuvazi er ya da geç iktidar değişimi yapacak. Bunun tüm göstergelerini politik iklimde okuyabiliriz. Bu değişimin nasıl olacağı daha yakıcı bir soru. İkinci soru da iktidar değişince ne olacak? Düşünce burada zenginleşiyor. Zira olasılığın fazlalığı, belirsizliği doğuruyor. Egemen sınıflar mevcut duruma dair konumlanıyor. Bu konumlanış rant paylaşımı üzerinden yapılıyor. Ülkede yaratılan artı değeri cukkalamak ve en fazla payı almak. Kapılar kapanınca ellerindeki dosyalardan bunlar çıkıyor. Kapılar açılınca kardeşlik, eşitlik, özgürlük. Ne kadar tanıdık değil mi? Bundan evvel evvel önce 1789’da da aynı sloganı atıyordu egemen sınıflar. Ne de çok bağırıyorlardı Fransa’nın dört bir yanında. “Al Gözüm Seyreyle” Şimdi de ülkenin dört bir yanında bağırılıyor. Öyle ki bir faşist bir faşiste, “faşist” diyor. Nazi mahkemeleri benzetmesi yapıyor. Bir berber bir berbere demiş ki hikayesinden daha komik geliyor insana. Ama gerçek olan şu ki burjuva siyaset böyle bir şey. Dünün ağzı salyalı sömürücüleri bugünün kurtarıcıları kesilebiliyor. Oyun aynı oyun. İki egemen sınıf kliği arasından birini tercihe zorlanan bu politik iklim ilk defa yaşanmıyor. Ölümü görmek-göstermek sıtmaya razı olmak-etmek, bu ezilen halkların makûs kaderi midir? Burjuvazinin yanıp tutuştuğu şey budur. Ama ezilen halklar buna mahkum değildir.

            Filmlerde –ekseri macera temalılarda- kötü her türlü kötülüğü yapar ama bir türlü ölmez, hep kurtulur. Hınç dolar insanın içi ve kötüye her şeyi ama akla hayale gelmeyecek her şeyi mübah görür- kemikleri sızlasın Machiavelli’in- ve iyi kötüyü cezalandırdığında iyinin ceza yöntemi ki nasıl olursa olsun ohhh! dedirtir insana. Şimdi politik iklimde aynı böyle bir ruh hali var, geniş bir kesimde. Gitsin de ne olursa olsun? Peki, niye bu iradeden vaz geçiş? Demek ki filmlerde işlenen de bir ahlak anlayışı ve filmler hiç de apolitik değil. Gidince ohh! diyeceğiz, sonra… Sonrası ejderha masalı. Hani halkı kurtarmak için ejderhayı öldürenin kendisinin ejderhaya dönüştüğü masal var ya… Masallar daha öğretici ve politik bence. Demek ki kurtuluş bireysel kahramanlıkla olmuyor. Toplumsal muhalefet, toplumsal hareket…

30 Mart’ı ve 6 Mayıs’ı geride bıraktık. Bu satırlar okunurken 18 Mayıs da geride kalacak. Takvim yaprağı olarak tabii ki de. Bu üç tarihin öğretici gücü hiç geride kalır mı? Ne demiştik başlarda dünyada 200 ülke var, her ülkede özgürlüğü düşleyenler var, güçlüyüz biz, “gücümüz dünyayı sarsacak”. İnanmayanlar, inanmak istemeyenler içten içe gülenler elbette olabilir. Sokağın, direnişin sesi umudu yüceltmeye, umut ateşini harlamaya fazlasıyla yeter.

            İçimize dolan bu sesin özlemiyle, yüreği umut ateşiyle yananlara bin selam…

Umutla ve Dirençle

 

Tayyar EROĞLU

2 Nolu F Tipi Hapishane

C-İ-109

TEKİRDAĞ