Tutsak yazar Zeynep Avcı'nın 10. A. Duran öykü yarışmasında ikincilik ödülü alan öyküsü: MERDİVENDEKİ İZ

MERDİVENDEKİ İZ

            Bugün doğum günüm. 60 yaşıma girdim. Uzun sayılabilecek uzun bir yaş. Bir su damlası gibi. Hiç evlenmedim. Bir halam vardı, dili acı söyleyen bir halam; “evlenmemiş kızdan korkmayacaksın” derdi. Neden böyle söylediğini hiç açıklamaz, dik dik gözlerimin içine bakardı. O küçük yaşlarda korkutmuş olacak ki, takıntılı biri olup öyle büyümeye başlamıştım. Halam göçüp gitmişti. Onunla birlikte birçok sevdiğimi de… Hepsi iz bıraktı, ama en çok halam dokundu aklıma. Adeta kendisine benzetti beni, ya da ben benzemek istedim. O yıllarda beni de terapilerine götürürdü. Halam içeride terapi görürken kapının dışında bankta otururdum. O renkli yumuşak bankalara sürekli dokunur, renklerinin ellerime bulaşmasını isterdim. Olmayınca bir okşar geçerdim. Sonrasında küçük takıntılarım olmaya başladı. On yıldır terapi alıyorum annem öğrenmedi bu terapilerimi. Doktoruma verdiğim vizite ücreti de çok fazla. Babam duysa üzülürdü, annem ise kızardı. Sağda solda biriktirdiğimle ödüyorum. Bendeki, halamdan yadigar kalan zararsız bir takıntı… Eşyalara dokunmak hoşuma gidiyor. Hem de sık sık. Dikensiz tüm çiçeklere dokunmak bir tutku bende. Mesela şu cam kenarındaki fesleğenin minik tüylü yapraklarına bayılıyorum. Dokundukça yaydığı esinti ruhuma da işliyor, saç tellerime kadar titretiyor beni. Doğaya ait şeyleri çok seviyorum. Ama halam hayvanlardan nefret ettiğinden, bir onlara dokunamadım. Hep kaçtım, korktum. Annemin diktiği pazenleri de severim. Çocukluğumun, gençliğimin vazgeçilmeziydi. Üzerime giydiğimde tenimdeki kadifemsi dokunuşları hoşuma giderdi. Hiç çıkarmak istemezdim üstümden halamın anneme takıntısı olmasa. Üzmek istemezdim annemi, bu yüzden sadece geceleri giyerdim pazen çiçekli pijamalarımı.

            Aslında doktorum üç dört yılın sonunda ancak bulabildi asıl takıntımı. Ben, mahallemizin en çalışkan çocuğunda takıntılı kalmışım. Yirmi yaşındaydım. Soğuk bir kış günüydü. Kar tipiye dönüşmüştü. Ara sokaklar çamurdan geçilmiyordu. Annem o kadar yaşlanmamıştı. Halam hala iki sokak ötedeki evinden bulunduğumuz mahalleye taşınmamıştı. O soğuk kış gününde eteğime çamuru bulaştırmadan dört katlı apartmanın dış merdivenlerini tırmanıp elimi kapıya uzattığımda Ahmet amcaların yanında görmüştüm O’nu. Çok katlı evlerin olmadığı zamanlardı. En büyük binanın inşaatında küçük bir bekçi odasında kalıyordu. Boş olduğu günlerde mahalle sakinlerinin ayakkabılarını boyuyordu harçlığını çıkarmak için. Annem “Ahmet amcaya söyle Ali işini bitirdiğinde onu Hüsniye hanımlara da göndersin, Haydar Bey’in ayakkabıları da boyanacakmış, sonra da bize uğrasın!” demişti. Hüsniye teyzenin kapısı açıldığında merdivenin soğuk zemininde oturan Ali ayağa kalktı. Islanmış, kenarı patlak ayakkabısından dışarıya kaçan kirli ıslak çorabını diğer ayağıyla kapatmaya çalışıyordu. Hüsniye teyzenin kapı ağzına bıraktığı gıcır ayakkabıları eline aldığında kim bilir içinden neler geçiyordu. Annem o esnada seslenmiş babamın ayakkabılarını elime tutuşturarak Ali’ye götürmemi istemişti. Merdivenlerde hala Ali’nin ıslak ayak izleri duruyordu. Yukarı kata çıktığımda ayakkabıları gibi eskimiş bir fırçayla deri üzerinde zikzaklar çizerek tüm hünerini sergiliyordu. Yaşayamadığı dünün hikâyesini mi dokuyordu ellerindeki deri parçalarına bilemiyorum.

            Apartmanın tüm ayakkabılarını boyayıp çıktığında dış kapıda yakalamıştım Ali’yi. Babamın kuru bir çorabını ve terliğini tutuşturmuştum eline. Elleri soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Bir tas çorba hazırladım. Annemden korkuyordum, ya görüp kızarsa bu yaptığıma!

            “Al bu çorbayı da ustanla birlikte içersiniz sıcaktır. Hem hava da soğuk.”

            “Sağ ol abla” diyerek elimden aldı. Ne olduysa işte burada oldu. İçeri girip ilk basamağa oturduk. Apartmanın lacivert kapısından bir okyanusa açılan pencere gibi duran camdan öylece dışarıyı izledik. Hiç okuyamamıştı. Babası köyün muhtarını köylülere haksızlık yaptı diye öldürmüş, uzun yıllar hapiste kalmış. Hapisten çıkınca da üvey annesi ve kardeşleriyle Çukurova’ya gitmişler. Pamuk tarlalarında uzun yıllar çalışmışlar. Sıcak bir Adana gününde işlerine ara verip paydos ettikleri bir zamanda babası deli akan Seyhan nehrine girmiş ve bir daha çıkamamış. O zamanlar kardeşlerden en büyüğü kendisiymiş. En küçükleri henüz doğmamış, anne karnındaymış. Annesi, üvey annesine göre genç olduğundan amcası ile evlendirilmiş, beş çocukla… Üvey annesi bu evliliğe önayak olmuş, “kadınız, mecburuz” diyerek. Zaten amcası da “kan babadan gelir benimle kalacaksınız” dememiş miydi? Amcası hem annesine hem çocuklara eziyet etmeye başlayınca küçük yaşlarda inşaatlarda çalışmaya başlamış. Her eziyete isyan ediyor ama güç getiremiyormuş. Gidecek bir yeri yokken amcasının evinden çıkmış. Günlerce sokaklarda idare etmiş ama havalar soğumaya başlayınca garajlara falan sığınmış.

            Aylar sonra en küçük amcası onu yanına alıp beraberinde başka inşaatlarda çalışmaya götürmüş. Babasının yerini hiç kimse tutmuyormuş. Hiç parası yoktu. Annesine öfke duyuyordu amcasıyla evlendi diye. “Hem sana, hem kardeşlerime bakabilirim yeter ki elimi bırakma!” demiş annesine, ama annesi bırakmış ellerini. Yine de, kardeşlerine biraz bakabilmek için çalışıyormuş. O güzel çocuğa, mahallede Sabri amcanın boş duran gül bahçesinin ortasında bulunan tek odalı dairesine geçip geçmeyeceğini de sordum. Birden yüzü ısındı, gözleri ışıdı, bakışları daha da güzelleşti. “Olur mu dersin?” derken ki bakışlarında bile ne yapacağını bilemez bir hal vardı.

            Anneme söylediğimde kıyameti kopardı. Evlenmemiş bir genç kızın, genç bir çocuk ile ilgilenmesi hoş karşılanmaz. Üstelik başıboş bir çocukla… Böyle başıboş bir çocuk başa da bela olurmuş. Ben de adımlarıma dikkat etmeliymişim…

            Ertesi gün ürkek adımlarıyla iş dönüşü bahçe kapısının önünde beni beklerken buldum. Apartmanda kimse duymasın diye aceleyle konuşup “Sabri amcanın evi için yarın sokağın başında buluşalım, hani Cemil bakkalın bulunduğu aralıkta!” demiştim. Demiştim demesine de gözlerindeki ışığın o an söndüğünü görmemek elde değildi. Söz söylemeden ellerini cebine koyup başı önünde ayrılmıştı.

            Sonraki gün mesaimin bitimini dört gözle bekledim. Soğuk fırtına iyiden iyiye kendini hissettirmiş, kar soğuğu sokakları dolaşmaya başlamıştı bile. İş çıkışı mahalledeki o kuytu köşeyi buldum. Saatlerce bekledim, gelmedi! Sonraki günlerde de günlerce, aylarca…

            Altmış yaşındayım ne zaman o kuytu köşeye yolum düşse baktığım olur. Sesi içimde kaldı. Gözleri gözümde, içimdeki asıl seste… Oysa onu ne doğurmuştum ne de elinden tutan babası olmuştum… Hala çocuğun elinde yırtık telisten torbasıyla kapıdan girip ıslak çoraplarıyla yukarı çıkacağını sanıyorum.

Zeynep AVCI

Kadın Kapalı Cezaevi A-Tek-4

Tarsus/MERSİN

 

Eğitim Sen

10. A. Duran öykü yarışmasında ikincilik ödülü almıştır.