Şakran Kadın Kapalı Hapishanesi’nden iki küçük kadının hikayesi...
Yer Karşıyaka Adliyesi'nin bodrum katı. Yan yana dizilmiş üç hücrenin birindeyiz, hemen tuvaletin yanındakinde. Havasız. Tuvaletin hemen yanı olduğu için de var olan hava da pek temiz sayılmaz hani. Ara ara keskin bir koku çarpıyor insanın yüzüne. İki tahta tabure ve üzeri kadere düzülmüş çeşitli sövgülerle yer yer de özlem ve hasret kokan bir-iki cümlecikle dolu üç duvar ve parmaklıklar. Arada sırada ister istemez duvara ilişiyor gözüm. Çeşitli tarihler ve isimler kayıt edilmiş. Buradan gelip geçenler kayıt düşmüşler duvara, tarihe. Ben ve koğuş arkadaşım "görevli memura hakaret"ten getirilmişiz. Tutanaklara böyle geçmiş "olay". Aslında ayakkabı aramasına direndiğimiz için Şakran yönetimi "ceza"landırılmamız gerektiğine hükmetmiş. Ne ceza da ne de havasız hücrenin derdindeyiz biz. Sonucun değişmeyeceğini bildiğimiz halde keyfi açılan her soruşturma ve verilen "ceza" karşısında susmamak ve itiraz etmek için oradayız. Tek derdimiz görüş saatini kaçırmamak. Bir an önce dönebilmek "hapishaneye".
Hücremizi 15 yaşında bir "mahkum"la ve bir de uyuşturucu satışından içeri girmiş bir ablayla paylaşıyoruz. Satıcı ablaya pek yüz vermiyoruz haliyle. Hatta konuşmaya çalıştığında tersliyoruz bazen. 15 yaşındaki "mahkum" ise siyasi ablalarının yanında biraz mahçup ama bir o kadar rahat. "Ben de gittim Gezi'ye" diyor laf arasında. "Gündoğdu'da kaldım, çadırlarda..." Takılıyoruz bizde. "Sen miydin bizim çadırdan çantaları aşıran bakim?" Başını önüne eğiyor "ben çalmadım" diyor kızarak. Sonra hınzırca ekliyor: "Sadece bir abiyle abla vardı. Elbiseleri çok güzeldi. Hani böyle şalvar gibi rengarenk. Onları takip edip çadırlarından elbise aldık. Vallahi o kadarcık!". Gülüşüyoruz bunun üzerine. Sarılıyoruz küçük dostumuza...
Sonra sorulan sorularla beraber başlıyor anlatmaya... Bir arkadaşının suçunu üstlendiğini anlatıyor usulcacık. Kızıyoruz hemen "neden?" diye... Aldığımız cevapla biz mahçup oluyoruz bu kez. Tüm mahsumiyetiyle iki cümlede sistemin tüm yüzünü bilmeden seriyor önümüze: "Onun kalacak bir evi vardı. Benim yoktu!"
Bizim mahçubiyetimizin farkına bile varmadan hızlı hızlı ekliyordu. Zaten ortaya çıkmıştı gerçek. O da burada Şakran’daydı... Hani şu her gün kendini kesen Gülbahar! Tanıyoruz Gülbahar’ı bizde. Onu tanımıyan mı vardı Şakran’da. "eee..." diyoruz... "hala ne işin var burada?" bizimki bir de kavgaya karışmış, yaralılar varmış. Üstüne kalmış yine... Yaralılardan biri komada. Uyanması lazım ki, bizim dostumuz çıkıversin hücreden... Satıcı abla söze karışıyor. "Öldürdün mü kıııızzz!" diye... Söze gerek kalmıyor, yöneltiğimiz bakışlarla dönüyor önüne. Mırıldandığını duyuyoruz. Büyük ihtimal küfür ediyor dişlerinin arasından. Oralı olmuyoruz...
Küçük "mahkum" anlatıyor. "Babam yok benim" diyor. Başını öne eğiyor yine "belli değil yani". Annesinin bakmadığını öğreniyoruz sonra. Sokaklarda kaldığını, başını sokacak bir çatı bulduğunda da fuhuşa zorlandığını... İtiraz ettiğinde ise annesine ve kendisine küfür edildiğini... Hırsla cümleler ağzından dökülüveriyor: "tamam abla, annem bakmaz bana, o yolun yolcusu ama kimse anneme orospu diyemez bana da piç!".
Kucaklıyoruz yine küçüğü. Jandarma geliyor, satıcı ablayı Bayraklı Adliyesi’ne götürüyorlar. Küçük “mahkum”u bu kadınla bi başına bırakmayacağımız için seviniyoruz. Üçümüz kalınca sohbet koyulaşıyor haliyle. Görüşçülerini soruyoruz. "Bi dedem var. O geliyor" diyor. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle "bir de kocam!" diye ekliyor. Kaşlarımızı çatınca hemen bizi ikna etmeye çalışıyor aslında kendini ikna etmeye çalışarak: "İmam nikahlıyız. Valla abla. Beni çok seviyor. Görüşüme de gelecek. Kimsem yok ki başka. Mektup yazdı. Beni bırakmayacakmış!"
Demir kapı açılmadan önce parmaklıklardan içeri kelepçe uzatılıyor ve bileklerimize takılıyor. Sonra açılıyor kapı ve kimsenin bilmediği labirent koridorlardan, merdivenlerden geçerek ulaşıyoruz mahkeme salonuna... Küçük dostumuzun hikayesiyle hüzünlü, şu kahrolası sisteme karşı alabildiğine öfkeli, görüşe yetişebilmenin umuduyla telaşlı.
*****
Mazgal açılıyor ve gardiyanın soğuk, mekanik sesi duyuluyor: "Bayanlaaar! Kargooo! A yediiiii"
Hemen hazırlanıp çıkıyorum koğuştan. Kapıda dedektörle arandıktan sonra merakla kargonun teslim edildiği bölüme doğru yürüyorum. Yanımdan adli mahkumlar geçiyor. Ağızlarında sakız, ayaklarında terlik ve bir de hırka üstlerinde... Gürültülü gürültülü konuşuyorlar. Yanımdan geçerken tıpkı onlar gibi ben de giyimimden kendimi ele verdiğim için susup selam veriyorlar. Yürümeye devam ederken bir ses duyuyorum: "Burcu abla!" diye bağırıyor ardımdan. Şaşkınlıkla dönüyorum. Şakran kolidorlarında kim "abla" diye seslenir ki? Ve mahalleden Zehra'yla buluşuyor gözlerimiz. Bir hamle yapıyorum yanına ama gardiyanlar etten duvar örüyor, ulaşamıyorum. "Yaz bana, A7'deyim" diye sesleniyorum. Gardiyan duvarının ardından "tamam" diyen cevabını işitiyorum yalnızca. Bir vebalıdan kaçırırmışcasına kaçırıyorlar çocuğu...
Orada karşılaşmanın verdiği üzüntüyle beraber tüm anılar canlanıveriyor hemen. Daha fazla çabalamalıydık diye içimi bir kurt kemiriyor bir yandan. Onu burada görmek, buraya gelmesini önleyememek yaralıyor insanı. Kargonun heyecanı, merakı sönüp gidiyor. Yoldaşlar kışlık birkaç parça göndermişler. Birkaç da kitap. Kitaplar incelenmek üzere "eğitim birimine" gönderiliyor, elbiseleri ise kayıt altına alıyorlar. Gardiyan bir yandan elbiseleri sayıyor bir yandan da yüksek sesle heceleyerek yazıyordu. "Bir pan-to-looon, i-kii kazaak, üç ço-raap ve neymiş o ceket mi hırka mı? Hırka yazalım. Hır-kaaa". Kayıt işlemi bitince elbiseleri veriyorlar kucağıma. Gelen eşyalara sevinemiyorum bile. Kucağımda elbiselerle, zihnimde canlanan anılarla koğuşuma dönüyorum.
Anne felçli, baba şehir dışında çalışıyor ancak eve yolladığı para geçimlerine yetmiyor. Hani evle pek bir derdi de yok, görev icabı para yolluyor. Senede bir uğruyor. Bir defasında "baba"yla kavga da ediyoruz. Burnumuzu aile işlerine sokmamamızı tembihliyor kendince. İki kız kardeş önce parasızlıktan okula gidemiyor. Sonra sokaklarda edindikleri arkadaşlarıyla beraber gittikçe evden uzaklaşıyor. Çoğunlukla polis gece yarısı parkta bulup eve getiriyor, onlar da ardından tekrar kaçıyor... Çiğli'de adı tecavüz ve uyuşturucuyla anılan kız yurduna yerleştiriliyorlar bir dönem. Orada yaşadıklarının etkisiyle bir kez daha kaçıyorlar...
Buca belediye direnişine beraber gitmiştik kızların büyüğüyle. Yurttan eve döndükleri dönemdi. Tekrar yurda girmek istemiyorlardı. Okul ihtiyaçlarının bir kısmını beraber almıştık ve okula gideceklerine söz vermişlerdi. Evde ise annenin mutluluk göz yaşları içinde verdiği izinle bir odayı çocuk odası olarak beraber düzenlemiştik, artık ders çalışacaktık... Abi bir işe girmişti. Herşey sonunda yoluna girecekti...
Fakat ne sözler ne de kısmi çabalar bu çocukları düzenin bataklığından sıyırıp alabildi. Her küçük çaresizlikte soluğu parklarda alıyor, alıştıkları hapların etkisiyle geçici mutluluklarla kendilerini avutuyorlardı. Sonra annenin kurumayan gözyaşları arasında öğreniyoruz ki, bir akşam baba geliyor kızları fena halde dövüyor ve gelen polisler tekrar kızları o istemedikleri yere, yurda götürüyor... Üç-dört ayın ardından bir başka haber geliyor kulağımıza, kızlar yurttan kaçmışlardı, aranıyorlardı...
Sonra? Sonra Şakran kolidorlarındaki karşılaşma. Gelen mektup sansürün de etkisiyle kısa kısa karmakarışık harflerle bezeli cümlelerden ibaret. Ancak kısacık cümlelerin ardındaki "kurtulmak istiyorum", "yaşamak istiyorum!" çığlığı o denli yüksek ki gül ve çiçek resimlerinin olduğu Zehra'dan aldığım ilk ve son mektup avuçlarımda uzunca süre kalıveriyor. Çığlık kulaklarımda uğulduyor.
"Gasptan yakalandım abla. Dört aydır buradayım. Yanımdaki arkadaşım iyi, merak etme. Açık liseyi okuyom burada. Çok pişmanım. Kardeşim geldi görüşe. O akıllandı. Ben de burada akıllandım. Bir daha buraya gelmek istemiyom. Artık söz dinlicem". Sonra mektubun altında birkaç satır not: "Abim geliyo. Bir ihtiyacın varsa söylim hesabına para yatırır belki".
*****
Şakran Kadın Kapalı'nın küçük kadın mahkumlarından ikisinin hikayesi yalnızca. Değebildiğim, dokunabilidiğim ikisi... Onlara yazdığım mektuplar Şakran sansüründen geçemedi maalesef. Siyasilerle çocuk mahkumların iletişimi Şakran yönetimince engellendiğinden onlardan haber alamadım.
Dışarda açlığın, sefaletin pençesinde küçücük bedenlerin kaldıramayacağı yüklerin altında itildikleri bataklığın yolu bir cehenneme daha çıkıyor kapitalist sistemde. Kısacası kapitalist sistem de içerde de dışarda da çocukları bekleyen yalnızca şiddet, tecavüz, geleceksizlik ve ölüm oluyor. Küçük dostumun cevabı çok şey anlatıyor: "Onun bir evi vardı! Benim yoktu!"
Ne istatistikleri ne de çocuk hapishaneleri adına ortaya konulan talepleri sıralamaya elim varmıyor. Zira kapitalist sistem her an pisliklerini üretmeye ve bunları arsızca itiraf etmeye devam ediyor. Kimi emperyalist savaşların altında katlediliyor, kimi gelin edilip satılıyor, kimi torna tezgahlarında canlarını veriyor, kimi hapishanelerin kör karanlıklarında tecavüze uğruyor. Ceylan havan mermileriyle parçalanıyor, Berkin polislerce katlediliyor... Uğur'un yaşından çok kurşun küçük bedenini buluyor. Ve nice küçücük beden, sistemin kan, düşmanlık, açlık üreten çarklarında parçalanıp kayboluyor.
Ve yapılacak tek şey kalıyor geriye, çocuklarımızın kırmızı elmalar gibi gülecekleri günler için mücadele çığlığını yükseltmek!
Aziz Nesin'in dizelerinde dediği gibi:
"öyle ölsem
öyle ölsem ki çocuklar,
size hiç ölüm kalmasa!"
Burcu Koçlu
- 7 gösterim