Bazen bir mektup gelir.
Dolar içeriye zarfı açar açmaz Akdeniz. Dalgalarıyla, kuşlarıyla, gemileriyle, tuz kokusuyla ve kıyılarında uçurtma uçuran çocuklarıyla. Durmaz, duramaz karışırız dalgasına, kuşuna, tuz kokusuna, karışırız uçurtma uçuran çocukların arasına. O an bir daha hiç büyümediğimizi; hiç büyümediğimizi ve hala çocuk olduğumuzu hem de yirmi beşinde ya da ellisinde… Çocuğuz işte ellerimizde rengârenk uçurtma ipleri Akdeniz kıyılarında…
Bazen bir mektup gelir ve haftalarca Ak-Deniz kokar hücre!..
Bazen bir mektup gelir.
Dolar hücreye Serhat yaylalarının çamla karışık çiçek kokusu. Uzun kıştan yeni çıkmışlardır. İnatla direnerek ve “diren ey insan” diyerek. Ormanlar dolar hücreye; deniz, derya misali süsleyenler, nergisler, papatyalar. Dolar taşar beton avluyu zapt ederler. Bu beton avlunun tam ortasında dalları bulutlarda bir sedir ağacı boy verir aniden. Bakarım gölgesinde hemen oracıkta anne ve çocuğu, ellerinde suluboya fırçaları, karar vermişler bir tutsağa koca bir ormanı gönderecekler. Bu yüzden kâğıtlara meşe yapraklarını boyuyorlar. O yapraklara ise koskoca ormanları sığdırıyorlar.
Bazen bir mektup gelir çiçek kokar hücre haftalarca ve döner kalbimiz Serhat ormanlarına!...
Bazen bir mektup gelir.
Dengbejler dolar hücreye açar açmaz zarfı. Mardin’de bir taşa oturmuş bir şiwanın sesi aşa aşa gelir dağları ve ovaları. Çevirir başını Şiwan geliriz göz göze içten bir gülümsemeyle selamlaşırız bölmeyiz en içli yerinde dengbejisini. Söyler durmadan Şiwan yüreği karışır yüreğimize. Sonra bakarım solundaki patikaya doğru, ümidin beş ciwanını görürüm omuzlarında kavganın çelik namlulu yükü, gidiyor ardı sıra, gidiyorlar turnalar gibi. İlk dördü can yoldaşım beşincisi zaten benim. Yirmi yıl geçse de hala bozulmamış patikalardaki izlerimiz.
Bazen bir mektup gelir gül kokusu siner hücreye.
Bir mektup zarfına neleri sığdırabiliriz?
Umut, sevgi, dostluk, hayal, üstelik yarınki güzel günlere dair olan hayaller. Başka, içtenlik, başka insan ve doğa sevgisi, başka bağlılık, başka aslında bunu sayarak bitiremeyiz. Çünkü bir mektuba bir çocuğun gülüşünün sığabileceği gibi sığamayacaklarında sayısı hiçte az değildir. Mesela; ikiyüzlülük, art niyet mesela hainlik, sırtından vurmalar… uzarda gider bu liste.
Aslında çok basitti hesapları. Çok kolaydı. Çocuk oyuncağıydı. Ne kadar zor olabilirdi ki. Sonuçta Viyana’yı bir kez daha kuşatmıyorlardı ya. Tutup atacaklardı zindana. Üstüne de kapıya üç beş kilit vurdular mı ne devrim kalırdı ne de gelecek güzel günlere olan inanç. Fakat aslında hiçte kolay olmadı. Çünkü bu “basit hesap” bir nebze bile olsun tutmadı. Gerçi bizi tutular ve dahası hücrelere de tıktılar. Üç beş kilit vurdular kapılarla, ama bir şeyi unuttular ya da fark etmediler o da bu küçük hücrenin tam ortasından akıp giden koca bir nehir olduğuydu. Şimdi son bir umutları kaldı. Son bir umut. Belki bir gün akmazsa bu nehir işte o gün kazanacaklar. Çaresizlik işte umutlarını bağladıkları şeye bakın. Nehir bu hiç durur mu, hiç kuru mu.
Zindan ve zulüm fizikidir. Teslimiyet ise psikolojik bir yenilgidir. Dostların bir selamıyla demiri yenense eğilmeyen bir baştır. Ümit ise bu başın ilacıdır, yüküdür, ödülüdür. Bu ümit der ki her gün ve her an kazanacağız… Doğru belki de o bunu göremeyecek ve zaferi karşılama görevini sıradakine devredip gidecek. Yani gideceğiz. Yine de hiçbir zaman tutsağından daha güçlü olmayacak. Ne açıldığı gün güçlüydü, ne bugün güçlü ne de yarın güçlü olacak. Çünkü özgürlük sığmaz zindana yeter ki esaret sinmesin insanın kalbine.
Bu yüzden ve bütün bunlardan dolayı önemlidir hatırlanmak. Güçlü kılar insanı. Hele de unutmanın en yaygın ve en acımasız yaşandığı bugünlerde. Birini unutmak hiç zor değil cep telefonu kadar yakın. Yani artık çok daha önemlidir hatırlanmak. Amansız bir kuşatmanın ortasında ya da bir hücrede tek başınayken önemlidir yalnız olmadığını bilmek.
Çağımızın başlıca ölüm sebepleri; tıbbı açıdan kalp rahatsızlıkları; ekonomik açıdan yoksulluk ve sosyal açıdan yalnızlıktır. En tehlikelisi de bu sonuncusudur. Çünkü en sinsi olanıdır. Öldürmeden önce tüketir. Bu tükenişin bütün acılarını da bize hissettirir. Çoğu defa yalnızlığa yöneliş “ben değiştim, düşüncelerim değişti” gibi sözlerle başlar. Oysa değişmek hiçte böyle kolay değildir. Değişim anlık değildir, bir anda değişmek bukalemunlara özgüdür. İnsanın değişimi uzun erimlidir. Çünkü farklı bir düşünüş ve yaşayış biçimine geçiştir. Çoğu defa ortada öyle var denecek bir değişimde yoktur. Sadece yalnızlığı üreten ve çoğaltan sistemin bize kabul ettirdiği bir “değişim” vardır. Bu “değişim” sadece biraz daha yalnızlaştırmadan ibarettir. İnsanın insana yabacılaşması yalnızlığı da beraberinde getiriyor. Kapitalizm denen makine böyle işliyor. İliğimize kadar sömürmekle kalmıyor dostlarımızdan da koparıyor. Biz aslında her anımızı bu yalnızlaşmayla savaşla geçiriyoruz. Bin defa kazansak bin defa yensekte onu biliyoruz ki ertesi gün bu savaşa yeniden başlayacağız ve bu makineyi parçalayıp atmadan tam olarak kazanamayacağız. İşte bütün bu kavganın ortasında öyle anlar vardır ki biz öyle büyük bir coşku bir güç verir. Bu anlarda biz binlerce kez yeneriz yalnızlığı, biz bu anlarda hatırlanmışızdır. Bu anlarda kesilir bininci kez, on bininci kez ceylanların peşindeki avcının yolu…
Anlar Vardır
Çocukları gibi topraklarlımızın
Açık sinesinde zemheride
Çay demlerler yoldaşlarına
Ayaz işlemez
Ama bulur onu zulüm
İnsansız uçağıyla
Düşerde
Kadın ve erkek kardeşlerim
Düşerde ölmezler
Gövdeleri döner ormana
Böyleleri yenilmez
Yenilmez dipsiz yalnızlıklara.
Onlar insanı insandan koparmaya ve yalnızlıklar içinde yok etmeye çalışıyorlar. Ama nafile çünkü bir sırrımız var! Bizim sol göğüs kafesimizin içinde bir çınar ağacı var. Kökleri derin, dalları yemyeşil yapraklarla dolu. Yaşıyoruz biz her soluğumuzda onu besleyerek. Artık ne 1936’nın İspanyasındayız ne de 12 Eylül 1980’de acemiydik ustalardık. Topraktık taş olduk hamdık dönüştük kılıçlara. Buyursun gelsinler. Döndü o kıvılcımlar kor aleve her solumuzda büyüyor çınar ağacımız. Unutmadan sanıyorlar ki bilmiyoruz ama biliyoruz! Onlarında bir sırrı var göğüslerinin içinde bir çınar ağacı yok. Bu nedenle en çok onlar yalnız. O “muhteşem” saraylar yalnızlıklarla dolu. Bu yüzden işte bu yüzden atmaları şuursuzca bağırıp saldırmaları. Yüreklerinin kökü yok ki yüreklerinde bir şeyler kök tutsun. Bizim için ürettikleri yalnızlık kendilerini tüketiyor. Onlar için hiç kimse kağıt kelebekler yapmıyor, hiç kimse bir kağıda bir meşe yaprağı çizmiyor. Kimseleri yok. Kimse paylaşmıyor onlarla ne dostluğu ne de sevgisini. İtiraf edemeyecekleri kadar korkutucu bir büyük yalnızlığın içindeler.
Delirtiyor onları unutulmamış olmamız. Biliyorlar her an ve her an görüyorlar ama yapabilecekleri hiçbir şey yok! Bir mektup gelir içinden kelebekler çıkar. Sonra bir mektup daha gelir meşe ormanları çıkar içinden. Hatırlatır bize dağları, rüzgârları, şehirleri. Hatırlatır hiç yalnız olmadığımızı bir an bile bunu unutmadığımız halde hatırlatır. Mektuplar Hemşin yaylalarını, Kara Denizin dumanlı dağlarını. Bazen Sarıkamış’tan çam kokusu, bazen Dersim’den bir ceylanın o muhteşem bakışlarını, bazen Dicle’den bir tas su bazen Antakya’dan Nuseyrice bir sevda dizesini… Bir mektupla gelir konar beton avluya turna sürüleri dört beş metre kareye sığar dünyanın bütün turnaları ve o an sözler kesilir yeniden gelecek güzel günler adına. Dostlarım selamlarınız geliyor turnalarla sesiniz selamınız başımız üstüne…
Onların tankları, uçakları, onların atom bombaları var. Onların ceylanları vuran avcıları var. Onların yeryüzünü cehenneme çevirecek kadar çok şeyleri var. Bizim ise mektup kâğıtlarına kuşlar, kelebekler, meşe yaprakları çizen, annelerimiz, çocuklarımız, dostlarımız var. İşte bu yüzden biz daha güçlüyüz işte bu yüzden biz kazanacağız.
Susamıştılar, açtılar, üşümüştüler. Su içtiler avuçlarımızdan. Yemeğimizi paylaştık kardeşçesine, doydular. Bir ateş yaktık toplandık etrafına ısındılar. Birazdan havalanacak beton avluya konan turnalar. Havalanacak ve gelip penceremizin önüne konacaklar. Turnalarla selamlar yolladık size, selamlarınızı aldığımız gibi selamlarınızı alasınız diye… Sarılıp öpüyoruz her birinizi.
Turnalar göçüyor Hint ellerine
Dönüpte bakmıyorlar arkalarına
Gidiyorlar aşacaklar Everesti
Sahip olmak değil ki mesele
Ait olmaktır.
Çevirde başını bak yukarı
Kırıktır bir kandı en öndekinin
Yine de aldırmadan acılarına
Yol açıyor peşi sıra uçanlara
Sil gözyaşlarını küçüğüm
Turnalar göçüyor
Ait kalarak.
Sevgili Selime ve Akın kartlarınızı aldım. Bende adresiniz olmadığı için cevap yazamadım. Bu yüzden bu yolla ulaşmaya çalıştım. Umarım başarılı olurum.
Kartlar ve çizimler için teşekkürler.
Sevgilerle
Ergül
Nisan 2017
Adres:
Ergül Çiçekler
KOCAELİ-KANDIRA 1 NO'LU F TİPİ KAPALI CEZA İNFAZ KURUMU
- 4 gösterim