TAŞ MELEKLER VE TAVUS KUŞU
Daha yeni tutuşmuştu ovanın doğusundaki koca kara kayalardan ve belki de on bin yıllık buzullardan oluşan heybetli saçları dağların. Yanıyorlardı kızılın ve mor’un her tonunda. Ama yakmayan bir ateşti bu. Bu ateş dağ çiçeklerine dokunmaz, aşiyanlarda kuş yavrularını yakmaz ve öldürmezdi bir şeyleri. Bir sevda tutuşmasıydı bir sevinçli kavuşmanın öyküsü. Her sabah böyle sarılırdı birbirine, böyle dolanırdı kolları iki aşığın. Günün ilk ışıklarıyla kavuşurdu birbirine dağ ve güneş. Renklerden renk seçerdi seslerden ses, sabah yeliyle karışık şarkı söylerdi kuşlar, insanlar ve ağaçlar. Yanardı dağ önce saçlarından başlayarak sonra yayılırdı bu yangın tüm gövdesine. Ve hayat buradan alırdı demini her sabah en güzel çiçekler böyle tutardı mayasını. Gün doğuyordu özlemin ve hayatın kadim yurdu Serhat’ta ve değişiyordu hala alevin rengi kızıldan mora, mordan yeşile, yeşilden maviye, beyaza, sarıya ve gölgelerde karaya. Akıyla karasıyla, her çatlaktan çıkan çiçeğiyle, her çalıda öten kuşuyla ve yağmur bakışlı Hazal (xezal) larıyla, bir seyirdi bir fırtına hayat milyonlarca yıllık yaşına rağmen sanki az önce doğmuş bir bebekti ve belki de bu kavuşma, bu renk seli, bu dem, bu tat bu coşku ilk gözyaşıydı, ilk aşk heyecanı ve yarini düşünen on sekizinde bir gencin hiç çözemediği içini dağlayan o tuhaf duyguydu. İşte hayat yeniden masumiyetine dönüyordu her şeyi sıfırlayarak ve yine ve milyonuncu kez. Bir kez daha kirlenmemek umuduyla. En eski umuttu bu; kirlenmemek ama yine akşam, masumiyetle daha bu sabah doğanlar suçlu yada suçlanarak, haklı ya da haksızlığa uğrayarak girecekti yatağa. Öyle ki bu andan çok az şey kalacaktı ceplerinde. Ta ki dağ ve güneş ertesi sabah gelipte kurtarana dek onları hep böyle geçecekti geceleri masumiyetten ırak ve az ya da çok kirlenmiş olarak. Zaten bazı geceler ay bile büyümezdi ve yıldızlar kalın kara perdelerini çekerdi kentin ve ovanın üstüne. Meydan kalırdı bomba ve top güllerine, karanlığın akbabaları vururdu insanı, vururdu insana uzak olan ve koynunda dağların Ceylanlar parçalanırdı ateş turnaları. Zaten onca kan akarken nasıl büyürdü ki yukarıda ay.
Küçük bir kayığını yanaştırdı karaağacın gölgesine. Üç yüz yıldır buradaydı ağaç. Şahitti suyun akışına kabarıp coşmasına güzün, beli ince nazlı bir kadın gibi, yürür gibi akışına akarken şarkılar söylemesine ve baharları cehennem gibi taşıp kabından sellere duruşuna. Su da ona şahitti ondan yüzyıllar öncede buradaydı ve beslemişti onu keyifle seyretmişti gölgesinin büyümesini. Seyreder gibi bir annenin çocuğunun büyüyüp serpilişini. Balıkçı attı keten kendirini bir kemendle kara ağacın kalın gövdesine sonra oturup kayığının içine bir süre izledi dağların yanan saçlarını ve binlerce yıllık aşklarını. Tam o sırada yapraklarından ağacın yavaşça süzülüp düştü birkaç damla su omzuna balıkçının, gecenin koynundan geriye kalandı bu damlalar, ya da bir olup yatan tek nefes iki candan.
Kalktı ayağa ve iyice dengelemek için kendini, şöyle güzelce bir ayaklarını yerleştirdi küçük kayığın dibine. Ardından sol ayağını az geriye, dizini hafif kıvırarak bir karış kadar ileriye attı sağ ayağınıda. Baktı oradaydı gece saat dörtte gelip attığı beş metrelik küçük balıkçı ağının kırmızı plastik dubası. Bu defa sağ dizini iyice kırıp öne doğru uzanıp sol eliyle dubanın hemen dibinden kavradı ağın ipini ve sağ elini de solun altından tutarak başladı ağı yavaş ama güçlü şekilde çekmeye. Gittikçe artan oranda yükleniyordu sağ ayağına balıkçı çektikçe ağırlaşan ilerledikçe zorlaşan işini yaparken. Artık kol kasları, pazularının her bir teli son diremine kadar gerilmişti. Yüzü sert, omuzlar ise iki kol arasındaki manivela gibi hareket ediyor gücü bir sola bir sağa yönlendiriyordu. Bu kaslar öyle klimalı lüks spor salonlarında bilmem hangi ilaçların desteğiyle abartılı şekilde şişmiş hep birbirine benzeyen fabrikasyon kaslara hiç benzemezdi, balıkçının her kasını şişiren demir halterler değil her anı emek, çaba, zahmet ve ustalıkla geçmiş yaşamın ürünüydü. Beş on dakika içinde küçük kayığın teknesinde oynaşmaya başlamıştı bile her biri en az bir buçuk kilo alan pullu sarı sazanlar. Oturdu yanlarına Balıkçı Garip usta içlerinden sekiz tanesini sayarak ayırıp attı buz dolu küçük sandığa. Kalan on birini ise öperek sırtlarından yavaşça saldı sulara. Sekizi ona yetiyordu. Fazlasına ihtiyacı yoktu ve zaten nehirde bir verse ikincisinde fazlasını vermezdi balıkçılara. Hayatta da böyle değil midir? Her şeyi alan bir dahakine elleri boş dönecektir. Elbette Garip usta iyi bilirdi bu gerçeği.
İşi bitirince ellerini iyice kurulayıp oturdu tahtadan oturağa ve sırtını dayayıp kayığın yanına çıkarıp iç cebinden paketini bir dal yorgunluk sigarası yaktı, derin bir nefes çekip birkaç saniye tuttuktan sonrada üfledi onu. Bu sırada ise dağı aşan gün ışıkları çoktan dolmaya başlamıştı. Ovanın her yanına onun gelişiyle de başlamıştı ötmeye tarla kuşları, sakalar ve hep telaşlı hep tetik yürekli serçeler. Usulca kapatıp gözlerini dinliyordu bu enfes senfoniyi parmağının ucundaki sigarasıyla yaşlı balıkçı. Sonra birden kocaman sıçak bir gülümseme yayıldı tüm yüzüne ılgıt ılgıt esen bir dağyeli gelip okşamıştı kırlaşan saçlarını ve sakalını “ geldin mi gene” dedi balıkçı, hınzır ve sevimli bir çocuğa benzeyen rüzgara, doldu gömleğinin içine ve dolandı bacaklarına o anda sanki kıkırdayan bir çocuk gülüşü gibi ses verdi o rüzgarla kıpır kıpır kıpraşan yaprakları ağacın. “Meryem” dedi “ geldin mi meleğim”. Oysa Meryem gideli on beş yıl olmuştu ve yaşlı adam her gün tamda bu saatte çıkıp gelen bu rüzgara Meryem demişti. Uzun siyah saçlarıyla tek çocuğu dünyalar güzeli Meryem… Dolaştı rüzgar dokundu ona, ağaca, her yaprağa her çiçeğe her kuşun her kelebeğin kanadına suya ve tarlalardaki her buğday başağına sonra birden ertesi sabah gelmek üzere geldiği gibi gitti usulca.
Rüzgar yani Meryem gidince Garop’ta kalkıp çözmüştü karaağacın gövdesine bağladığı keten kendirin kemendini. Ve çevirip küçük kayığın önünü akıntıya bırakmıştı kendini. Tatlı bir yaz akıntısı vardı suda ve usul usul taşıyordu kayığı beş altı kilometre ötede bulunan şehre, yoktu suyun hiç acelesi sanki kıyılarını ve içindeki taşları okşayarak akıyordu. Garopta uymuştu ona elinde dümen arasıra oynatarak onu birlikte akıp gidiyorlardı derinden ve dingin.
Küçük kayık şehre ulaşınca hiç hız kesmeden ya da arttırmadan doğruca küçük iskelesine yöneldi. İskelenin olduğu yerde nehir yatağı derinleşmiş adeta küçük bir gölet oluşturmuştu. Balıkçı kayıkları hep buraya yanaşır taze balıkları insanlar hemen buradaki taş döşeli sokaktaki dükkanlardan alırlardı. Yıllarca suyun sol yanındaki bu iskele ve balıkçı dükkanları şehre ayrı bir doku ve renk katmıştı. Nehrin sağ kıyısında ise o meşhur kale vardı. İnşa tarihi tam bilinmeyen bu kalenin Selçuklu devleti zamanında yapıldığı söylense de bu rivayet yalan ve palavradan ibaret olan resmi tarihe ait olduğu için kimseler buna inanmaz. Aslında olay bildik bir hikayeydi. Şehri ele geçiren her fetihçi kaleyi önce yıkmış sonra yeniden yapmıştır. Mesela birileri yapmış Selçuklular yıkmış sonra çağırmış Ermeni taş ve duvar ustalarını yeniden yaptırmış. Sonra Moğol orduları gelmiş ve kaleyi yerle bir etmiş onlar gidince bir han yine çağırmış Ermeni ustalarını ve yeniden bir kez daha yaptırmış kaleyi. Bir arada Timur yerle bir etmiş onu, sonra Kanuni veya Selim çağırtmış elbette yine Ermenileri ve bir kez daha yaptırtmış bu heybetli koca kaleyi. En son Rus Çarının orduları ele geçirirken şehri kale yine nasibini ilk alanlardan olmuştu. Peşinden bu defada Çar çağırtıyor Ermeni ustalarını sadece kaleyi değil abartısız tüm şehri yeniden yaptırtıyor. Kısacası tarih boyunca bu kaleyi ve kenti defalarca yeniden ve yeniden kuran Ermeniler maalesef bu şehrin ve kalenin hiç bir zaman sahibi olmadılar. Ekim devrimi olunca da Ruslar gitti ve şehir bir daha el değiştirdi. Yeni sahipleri ise bir söz tutturmuştu ve onlara göre ne Ermenilerin ne de Kürtlerin bu kentte bir yerleri yoktu. Çok geçmeden mesela yüz sene bile olmadan birer beşer biner göçüp gitmek zorunda kaldılar. Eğer yıkılacak olsa bu kale onu yapacak bir usta artık bulamayacaklar. Her sokağında onlarca taş bina olan bu kenti yapan Ermeniler artık yok. Bu yüzden bir duvar yıkıldığında yenisini çimentodan briketten yapıyorlar. Ama bunlar taş gibi değiller. Bunların dili yok hiçbir şey anlatamazlar. Oysa neler neler anlatır üzerindeki küçük bir kelebek ya da kuş kabartması olan duvardaki bir taş. Eskiden duvarları konuşurdu bu kentin, şimdi gri duvarlar yapıyorlar yıkılanların yerine hepsi boş soğuk hissiz. Geriye kalan az sayıda taş yapıların duvarları ise çığlık çığlığa bağırıp yardım istiyorlar ve korkuyorlar “yıkılırsak” diyorlar “bizi yapacak kimse kalmadı”. Bu yüzden ağıt yakıyorlar eski ustalarının ardından ama nedense hala sağır numarası yapıyor herkes ve duyulmuyor bu duvarların sesleri.
Her göçü hazırlayan Ermeni ailesi “Garop haydi sende gel” dese de o hep nasıl geleyim Sarê’yi nasıl bırakırım burada diyordu bir süre sonra da Meryemi nasıl bırakırım demeye başlamıştı. Meryem kızıydı Sarê de eşi şimdi ikiside evinin bahçesinde uyuyorlardı ve başlarında nöbetteydi Garopun kendi elleriyle yaptığı iki taş melek, üçüncüde çoktan hazırdı o da kendisi içindi. Kalacağım demişti gidenlere ve kalmıştı bir başına. Birkaç sene sonrada Garop çevrede yaşayanlar için hani birbirine küfretmek için “Ermeni dölü” diyen o konu komşu için Garop olmuştu Garip. Öyle ya ne işi vardı Müslüman memleketinde Ermeni isminin ve böylece karar vermişçesine hepsi birden değiştirmişti ismini ona sorma gereği bile duymadan. Hem boşuna mı kilit vurmuşlardı bin yıllık kiliselerin kapısına. Ya Garip olup kalacaktı ya da Garop olup gidecekti. Kalmıştı bahçedeki iki meleğinin hatırına susmuş eğmişti boynunu sessiz bir direnişe öyle ki Pazar ayinlerini bile evinin odasında sıkıca kapalı kalın perdeler ardından gizlice yapıyordu.
Meryem İstanbul Üniversitesi Eczacılık fakültesinde okurken katılmıştı ateş turnalarına. Konuşmuştu babasıyla ve defalarca anlatmıştı ona ama defalarca da dinlemişti babasını. Bir keresinde demişti ki Meryem “ baba mesele sadece yoksulu, emekçiyi, Ermeniyi, Kürdü kurtarmak değil mesele bir bütün olarak insanlığı kurtarmaktır”. Nasılda hak vermişti Garop ona zaten ölene kadar da bu sözü unutmamıştı. Çok geçmemişti genç Ermeni kadını vurup silahını omzuna katılmıştı Serhat dağlarındaki yoldaşlarına. Garop ise elinde koca bir hasretle kalmış olsa da sonuna kadar inanıyordu Meryeme ve onun davasına. Ama ne yazık ki üç sene sonra kara haberi gelmişti Meryem’in. Yanındaki kayalardan seken bir şarapnel parçası kesmişti şahdamarını, düşmüştü kan içinde yoldaşlarının kollarına ve sadece gülümseyebilmiş sonrada usulca gitmişti. Çok ısrar etmişti yoldaşları ama Garop yanaşmadı. Hak ediyor bizim yoldaşımız omuzlar üstünde büyük bir törenle gömülmeyi demiştiler, o bizim canımız yoldaşımız izin ver bir anıt mezara yatıralım “olmaz” demişti Garop “olmaz evlatlarım onu bahçeme anasının yanına yatıracağım, mezarlık uzak yaşlıyım özledikçe gidemem oraya, başucumda olsun, hem biliyorsunuz hem Ermeni hem solcu kadının mezarına gün aşırı saldırır bu zebaniler, her gün öldürmesinler kızımı, meleğimi.” Garop’a hayır diyemediler ancak bir şartları vardı “bizden de iki kişi olacak iki yoldaş” demiştiler. Böylece bir Ağustos gecesi küçük bir kayık gecenin sessizliğinden yararlanarak yanaşmıştı kıyıya iki yoldaşı ve Meryemdi gelenler kayık ise Garopun kayığıydı. On dakika sonra önceden açılan mezarına uzattılar güzeller güzeli Ermeni devrimcisini, artık kucağında bir tutam papatya ve başucundaki taş melekle sonsuz uykusundaydı savaşçı kadın…
Akşama doğru yanında iki üç parça eşyayla evine doğru yürüyordu Garop. Ama önce sırdaşı olan Aziz’in bakkalına uğrayarak nicedir düşündüğü ve nihayet bir sonuca vardırdığı kararı onunla paylaşacaktı. Kale içinde bir bakkal işleten ve çevre ahalisince Hacı Aziz olarak bilinen bu dostunu kime sorsan tereddütsüz şöyle derdi “çok namuslu çok dindar, otuzunda Hacca gitmiş adamdır”. Oysa Aziz’in tam adı Ezid di ve aslında Müslüman değildi. Evinin duvarına asılı duran ipek işlemeli tavus kuşu herkes için dekoratif amaçlı bir süs eşyası sanılsa da aslı öyle değildi. O Maleki Tavustu ve Ezidi insanının baş meleklerinden biriydi. Eziz ateşin kutsallığına inanırdı, güneşe, evet hacca da gitmişti ama Arabistana değil Laleşe Seyh Adiynin mezarına. Ancak Eziz tıpkı dedeleri gibi inancını saklamıştı, herkes onu müslüman sanıyordu ve o da öyleymiş gibi davranıyordu. O ve ailesinin Ezidi olduğunu bilen tek insan ise Ermeni sırdaşı Garoptu.
- “ Merhaba kardeşim” diyerek girdi içeri Garop
- “Hoş geldin kardeşim nasılsın” dedi Eziz
- “İyi iyi sen nasılsın çocuklar bacım nasıl?” bacım dediği eşiydi Eziz’in tabi manen bacısıydı.
- İyi iyiyiz
- Hazır mı benim öte beri
- Hazır buyur
Diye uzattı Eziz siyah poşetin içinde gazeteye sarılı paketi. Pakette Garop’un kutsal ayin için kullanacağı şarap ve ekmekten başka bir şey yoktu.
- Vaktin varsa seninle konuşmam lazım
- Hay hay buyur şöyle oturalım Garop
Oturdular karşılıklı ve Garop cebinden iki ayrı kağıt çıkarıp uzattı ona
- “Nedir bunlar” diye sordu Eziz
- Biri bizim hanenin tapusu diğeri de vasiyetim
- Ne yapacağım bunları
- Senin olacaklar sende kalacaklar
- Bu da ne demek Garop
- “Bak” dedi Garop “bak kardeşim ben iyice düşündüm. Benim yaşım belli ölüm her gün arar yeni kurbanlarını beni de çok geçmez bulur artık. Ben ölürsem kimi kimsem yok mirasım devlete geçer.
- Garop kardeşim senin evin değeri çok bende onu alacak para ne gezer. Bak elin sıkışıksa üç beş kuruş birikmişim var sana borç vereyim ne zaman ödeyebilirsen o zaman ödersin tapuda sende kalsın. Hem bu ölüm meselesi de nerden çıktı bak hastaysan söylemiyorsan bozuşuruz ona göre
- Yok Eziz ben hasta değilim sağol parada lazım değil. Evi satmıyorum sana, ev senin olacak biliyorsun Sarê ve Meryem orada uyuyor. Ev devlete geçerse onları rahatsız ederler. Kimsesizler mezarlığına gömülmesinler. Ev senin olursa onları korursun kimseler rahatsız etmez. Benide ölünce aralarına gömersin mezar taşımı zaten çoktan hazırladım. Bir melekte kendim için yontalı seneler oldu. Yani sana ben ölünce eşimi ve kızımı koruma görevini veriyorum, varsa gözünde bir değerim kabul et kardeşim. Senden başka kimsem yok. Söz ver bana yapabilecek misin?
Söz dedi Eziz Sarê ve Meryem ve tabi sen kardeşim benden önce ölürsen bana ben ölürsem çocuklarıma emanet Laleş üstüne sözüm sözdür.
“Madem böyle anlaştık ben kalkayım” deyip kalktı Garop tam adım atacakken tuttu kolundan Eziz ve sordu tekrar
- Doğru söyle hasta değilsin değil mi?
- İyiyim Eziz çok iyiyim içini ferah tut.
Sonra yürüyüp çıktı dışarı, Eziz ise gözyaşları içinde arkasından onu seyrederken diyordu ki
- Sakın ölme kardeşim Garop
Akşam bir iki lokma yemek yedikten sonra adeta gizli bir şapele çevirdiği arka odaya doğru yürüdü. İçeri girdi diz kırıp küçük tahta haçın önünde bir süre dua etti, sonra ayağa kalkmadan önce bardaktaki şaraptan bir yudum içerek ve bir dilim ekmeği yiyerek ritüelini bitirmiş oldu. Ne için mi dua etmişti, Sarê için meleği Meryem için öldürülen onca Ermeni için ve bütün insanlar için. Kendisi için hiç dua etmezdi Garop bunun bencillik hatta riyakarlık olduğuna inanırdı. Zaten onun için bu dünya da öteki de Meryemle Sarê’den fazlası değil onun cenneti sadece onlarla yan yana olabilmekti. Bu kısa ama anlamlı törenden sonra kalkıp önce odadan sonrada evden dışarı çıkarak doğruca bir salkım söğüdün altında uyuyan Meryem ve Sarê’nin yanına gidip aralarına usulca oturdu. “Merhaba meleklerim ben geldim sizi öyle özledim ki” dedi sonra dolan gözlerinden boşalan yaşlarla hıçkıra hıçkıra sessizce orada ağladı Garop. Nihayet iyice içini boşalttıktan sonra kalktı ve geçti evin içine oturdu salondaki eski koltuğa yaşlı ve yalnız adam… Çocukluğunu düşündü Garop bir bardak şarap eşliğinde komşu evdeki arkadaşı Danyan’ı, birlikte elma bahçelerine gizlice daldığı Vartan’ı, doğrusu pek yaman şeydi Vartan. Tatar nalbant Kumkayı hatırladı Gürcü marangoz Nakiyi, güzeller güzeli Rakel yenge ve kızı Dünya’yı, eşini Sarêşini, düğününü Meryem’in doğuşunu, Üniversiteden mezun oluşunu ve cansız bedenini, toprağa yatırışını. Tüm bunları daha öncede defalarca düşünmüştü. Ama her seferinde tüm bu hatıralar zinciri aynı yerde kopuyordu, hep aynı karede bitiyordu. O an, zincirin koptuğu yer Meryemi bahçedeki mezara koyduğu andı ve bu andan sonrası hiç yaşanmamış gibiydi. Aslında zaten bu andan sonra yaşadı mı Garop ya da böyle bir şey miydi yaşamak bunu bilmenin çok zor olacağını hiç sanmıyordu.
Kaldırdı başını göğe çevirdi gözlerini “havada bir garip dedi nerde bizim yaşlı ay”. Gece gerçekten garipti buralarda bu mevsimde pek olmazdı böyle aysız ve yıldızsız bir gece. Şarabından büyük bir yudum daha içti Garop ve yeniden başladı hatıralarına dalmaya. Şimdi sokağın başından girecekti üstü açık kırmızı arabasıyla, şehirdeki tek kanaranın sahibi Agopyanların Mıgırdiçi ve basıp geçecekti çiçekli bahçelerin kıyısından ve Garop’un annesi gene “bu para babası otomobile binince kendini adam sanıyor” diyecekti. Çoğu gibi o da sevmiyordu vali ve subaylarla hovardalıklar yapan mıgırdıçi. Bir saat sonra Agopların kanarasında işçi olarak çalışan babası eve dönecekti ve gülümseyerek diyecekti “Garop bugün en az beş santim daha uzamışsın” Garopta inanacaktı ona yine oysa gerçek olsaydı her gün beş santim uzasaydı boyu çoktan bir kilometreyi bulmuş olurdu. Ama çocuk işte çabuk inanır çabuk unutur çokta hesap yapmaz. Sonra papaz efendi akşam duası için büyük kilisenin sedirden işlemeli ağır kapısını omuzlarıyla ite kaka açmaya çalışırken “Ne diye bu kadar ağır ve zor açılan bir kapı taktılarki buraya, sanki kale kapısı mübarek ne yani fırsat kollayan mı vardı bizim tahta haçla iki oturağı çalmak için” diye sitem edecekti. Büyük babası ise az sonra çarşıdan elleri dolu dönerdi ve elbette leblebi şekeri de getirecekti, büyükbaba iyi bir balıkçıydı her gün en az bir kasa balık yakalar ve satardı o zamanlar nehirde daha çok balık vardı şimdiki gibi varla yok arası değildi. Geçiyordu hayatı gözlerinin önünden ama o çok söylenen klişe laftaki gibi yani film şeridi gibi değil daha çok şurdan bir kare ordan bir kare bir çocukluğundan bir gençliğinden. Çocukluk karesi örneğin; koca bir mahalleydi Ermeniler, on altısından bir karede ise taş çatlasa yirmi hane kalmıştılar. Düğün karesi Garop Sarê ve altı Ermeni ailesi. Meryemin dünyaya gelişi üç hane kilise kapalı çünkü bir yıl önce ölmüştü son Ermeni papazı. Sarê hasta bir Meryem var daha on altısında bir de can dostu Aziz, Meryem ölüyor ve artık o da dahil kimse yok son kare siyah, boş hayatın son kesiti horlanma, küfür, hiçe sayma… Artık sokaktan kırmızı üstü açık arabasıyla basıp geçmiyordu adam olmasa da Agopyanlardan Mıgırdıç. Kanara çoktan devletin olmuştu. Dönem kötüydü hatta kötüden de kötüydü. Öyle ki Kürtleri inim inim inleten devetin ermeni sözüne bile hiç tahammülü yoktu. Dahası ona göre zaten bu hain Kürtlerin elebaşlarının hepsi aslında gizli Ermeniydi. En sonunda herkes artmıştı ve hepsi bitmişti güzellikleri yoktu artık hayatın, hayatı anlamlı kılan ne varsa. Bahçedeki iki melek ve bir de Garop son kalanlardı o da üçünüde sayan olursa. Artık doğduğu şehre bir yabancıydı. Gitmişti Vartanlar, Agopyanlar, Boşkacılar sadece şurda burada bir iki köy adı duyuluyordu Ermenice, Haranvartan gibi Samsat gibi, Smavat gibi. Aslında resmen adları çoktan değiştirilmişti ya ama yöre halkı ağız alışkanlığıyla bu isimleri söylemeye devam ediyordu ah birde saygıdan söyleselerdi ne iyi olurdu. Ne yalan sorsalar inkar etmezdi Garop o gece tuhaf bir rahatlıkta vardı içinde ama elbette nedeninin biliyordu görevini Meryemi ve Sarêyi korumayı Eziz’e devretmişti içi biraz olsun rahattı. Kıyımlara, katliamlara uğramış iki halkın can dostu olan iki sırdaşı birbirine güvenirdi hem de çok.
Eziz o gece üç oğlunu kızını ve damadını dikmişti karşısına eşide yanındaydı. “Hepinize konuşuyorum” demişti “Hanım sana da size bir sır vereceğim ama yemin edin Musaf-ı rEş, Malek-i Tavus, Şayh adinin mezarı ve Laleş üstüne kimseye söylemeyeceksiniz” hepsine tek tek yemin ettiren Eziz Garopla aralarında geçenleri, evin tapusunu, vasiyetnamesini, bahçede uyuyan Sarê ve Meryemi anlatmıştı. Hepsi pür dikkat dinlemişti onu ve hiçbiri tutamamıştı gözyaşlarını ve elbette tutacaklardı bu sırrı ve elbette Ezizden sonrada onlar sahip çıkacaktı Garopun meleklerine. Korunacaktı Meryem ve Sarê şehirdeki son ezidiler de ölene kadar!
Gece çökmüştü dağların ve şehrin üstüne. Asrın Dehakları gene genç beyinlerin peşindeydi. Sarsılıyordu kent, ova ve dağlar. Yine dağların göğsü süngülenmekteydi top gülleleriyle. Duyar duymaz bu sesleri fırlayıp pencereye koşmuştu Garop öfke ve çaresizlikle sarıldı parmaklıklara ve dolu dolu gözleriyle ve insan yüreğini kül eden bir sesle ihtiyar adam “Meryem” demişti “dayan yavrum, yavrularım dayanın, elbet bu gecenin de bir sabahı olacak dayanın” diye dualar etti onlar için onları kurtarsınlar diye içinden, yalvardı gözleri dağlarda elleri pencere demirindeyken Rabbine, Mesih İsaya annesi Meryeme Oysa gittikçe şiddetleniyordu patlamalar ve Garop aniden kesti dua ve yakarışlarını “neyiniz var sağır mısınız niçin onlara yardım etmiyorsunuz, niçin ha sizde mi bize sırtınızı döndünüz” diye öfkeyle söylendi. Ve bıraktı onlardan yardım dilemeyi ama son bir söz daha söyledi “zaten ne zaman bize yardım ettinizki siz”
Yıldızlar sönmüştü gecenin üstünde, karanlığı yaran tek ses dağınkiydi tek ışık orada yanan ateşli ve o cehennemin tam ortasında ateş turnaları çarpışıyordu. Gene geçit vermeyecekti dağlar gene dur diyecekti ve bir gün gelipte şafak gerçekten sökene değin ateş turnaları hep burada olacaktı o büyük o onurlu zafer için sonsuz aşk nöbetindeydiler. Hepsi Meryemdi Garop için hepsi meleğiydi hepsinin öz babasıydı.
Bilmiyordu ateşin turnaları, bilmiyorlardı kanın ve ateşin ortasında dövüşüyorlarken uzaktan ışıkları görünen bu küçük Kürdistan şehrinde bir taş binanın pencere demirlerine sarılmış ve onlar için “dayanın yavrularım” diye gözyaşları döken şehrin en son Ermenisinin neler hissettiğini. Duysalardı eğer “dayanın yavrularım dayanın elbet bu gecenin bir sabahı var” deyişini duysalardı ne çok mutlu olurlardı.
Gün ağarmaya başlarken hala dumanlar yükseliyordu dağlardan bunlar karanlık geceden geriye kalanlardı. Uyanmaya başlamıştı böyle gecelere alışkın olan küçük kent ama bu defa eksikti bir şeyler. Eksikliği ölesiye belliydi. Bir balıkçı ilk defa gecenin köründe nehir yukarı çıkıp karaağacın orada ağlarını serpmemişti sulara. Bu bir ilkti ve şaşkındı karaağaç, nehir, kale ve şehir. Saat neredeyse on bir olmuştu ama hala yoktu ortalarda ihtiyar balıkçı. Bu her şeyde hissedilen her yerde belli olan bir yokluktu. Bu yokluktan geriye kalan ruhsuz, renksiz bir şehirdi. Çünkü şehrin son Ermenisi ihtiyar Garop evinin bahçesinde iki taş meleğin arasına uzanmış boylu boyunca uyuyordu ve bir daha uyanmayacaktı. Susmuştu karaağacın yaprakları ve o gün esmemişti saat on rüzgarı, duvarlar, kapısı kilitli büyük kilise, balıkçı kayığı kimsenin duymadığı bir ağıtı yakıyorlardı. Ölmüştü şehrin son Ermenisi. Artık hiçbir Ermeni kalmamıştı bu Müslüman memleketinde!...
Notlar:
- Kale hala ayakta ancak içyapılarının çoğu çökmüş durumda
- Taş köprünün yakınındaki büyük kilise hala orada. Hala kilitli kapısı taş mimarinin eşsiz örneklerinden biridir. 30 yıldır Vakıflar müdürlüğüne aittir. Tüm çabalara rağmen ne ziyarete açılıyor ne de bakım yapılıyor!
- Balıkçı dükkanlarının olduğu taş döşeli sokağın “taşları” arabaları fazla sarstığı için asfalt kaplandı, her bahar taşan nehir asfaltı parçalayıp sürüklüyor.
- Yeni yapılan toki konutlarının lağımı direk nehre aktığı için hiç balık kalmadı ve bu yüzden nehirde ne balıkçı var artık ne de kayık!
- Kanara özelleştirildi çok özel bağlantıları olan bir dindar Müslüman iş adamına ucuza satıldı gerekçe zarar etmesiydi. Şuan yıllık karı 80 milyondur.
- Garop’u can dostu Eziz, Meryem ve Sarê’nin arasına defnetti. Şimdi orada üçüncü bir taş melek var.
- Garopdan 5 sene sonra Eziz de öldü meleklerin yanına bir de Tavus kuşu ekledi Eziz’in damadı.
- Şehirde her gün yeni evler yapılıyor yeni duvarlar. Hepsi buz gibi soğuk, ölü gibi sağır, dilsiz ve ruhsuz. Hiçbir şey anlatmıyorlar. Ama hala her şafak vakti hala önce saçlarından tutuşarak yanmaya başlıyor dağlar kızılın ve morun her tonunda.
- Saat on rüzgarı bir daha hiç esmedi.
22 Ağustos 2015
ERGÜL ÇİÇEKLER
1 NO'LU F TİPİ KAPALI CEZA İNFAZ KURUMU-PTT CEZAEVİ ŞUBESİ
KOCAELİ
- 10 gösterim