Tutsak Ergin Doğru'dan "Dersim" üzerine bir deneme

Dersim; Acı Şehrinin Yalnızlığı

Dört dağ arasında acılarıyla yaşlanan bir efsanedir Dersim. Acıları ağıt olmuş dile düşmüş, her söylenişte yeniden tutan bir sancı olur. Rüzgârların dağlara taşıdığı acının rengi, gökyüzünün rengi olmuştu. Kan akan derelerinden yankılanan çığlıkları ile kızıla bürünen gökyüzü, Dersim’dir artık. Kızıla bürünmüş yaşamın ruhu sinmiş dar sokaklarına. Ağaçların kızıllığı utancından, kuşların suskunluğu derdin ağırlığındandır.

Zamanın dilsizliği, sokakların lâl hâli olmuştu. Dağların arasında yalnızlığını yaşayan şehrin sinesinde yankılanan, acının ve direnişin sesiydi. Duvarlara kazınmış umudun yazıları, üstüne çekilen kirlenmişliklerle örtünmüştü. Geceleri aydınlatan umudun yankısına tanıklık eden duvarlar, şimdi yalnızlığa kelepçelenmiş yazgısını bekler gibi. Konuşamayan duvarlar, yazgısına isyan etmese de üzerini giydirecek heyecanları beklemeye devam eder.

Acının rengi ile kızıllaşan toprağın koynunda kıblesiz, kitabesiz, kefensiz yatanlar tanığıdır acının. Seherin serinliğinde toprakla bir olmuş canlar, izliyorlar hayallerinin kentini. Hüzünlü bakışları ile resmettikleri gerçek, kendilerinin düşleri olmasa da umutları var kızıl kentin çocuklarından.

Munzur, suskun tanıklığıdır kentin. Coşkusu kentin var oluşu, suskunluğu ölümü ilan eden fermandır. Kelepçelerle uslanmayan şehrin yazgısı, coşkusu kelepçelenirken isyan eden Munzur’la kader birliğidir.

Yağan yağmurda ıslanan kent, günahlarından arınmış beklerken güneşi, turnalar misali umudun ulaklığına devam ediyor, zemheride için için yanarken. Baharın müjdecisi yeşile hasret acılarıyla kilitlenmiş, umut ekiyor maviliklere.

Dalından kopan yapraklar savrulurken rüzgârda, diyar diyar acıyı işliyor damarlarına. Gece çöktüğünde kendi hüznünde döktüğü yaşlar Munzur olup akarken kendini aramaya devam ediyor.

Bir şehir düşünün ki katmerleşmiş acılarından yüzüne düşen çizgiler ile yaşlansa da koynuna girdiği dağlardan vazgeçmeden var oluyor. Dağların koynunda büyüttüğü acılar, çocuklarına ninni oluyor.

Yetim sokakların, suskun duvarların dili olan ağıtlarla yıkanan ağaçlarında yeşeren umut çiçek açtıkça, sonsuzluğun istasyonunda sürüyor arayışlar.

Boynunda kelepçe ile lâl olmuş Munzur, dile geleceği günün hasreti ile kururken dağların ardında saklı umut bekleniyor ezginin kırıklığında.

Kuşatılmışlıklar içerisinde kurulan düşler, zamanın acımasızlığında yenik düşse de güneşin gülümsediği anlar kovalanır dağ esintilerinde. Gözlerinin ferinde yanan ateş zirvelerde çoğaldıkça taşınıyor, lâl dillere hasret çeken yüreklere.

Acının kenti mazinin yaşanmışlığında kırılan umudu, tarihin sayfalarına düşen lekelerin yanında kendi destanını yazıyor güneşin kızıllığında.

Jarlı diyar, aşkların nakşedildiği yürekler, ikrar verdiği güneşe yakıyor mumları. Üç taşın ikrarını saklayan Munzur, gizini veriyor Düzgün Baba’ya. İkrarın gizinde yürüyen sevdalar, filizleniyor dört dağın arasında. Sırlar kulaktan kulağa fısıldanıyor, Ana Fatma’nın sırrında çoğalıyor.

Baharı bekleyen çiçekler açıyor, acının ve suskunluğun kentinde. Ateşin ve güneşin çocukları çıkıyor tarihin sahnesine. Dört dağın arasında suskun kalmış sokaklar dile gelmiş, çocuklarına açmış kucağını. Yeni bir türkü dilden dile çoğalıyor acının kentinde. İkrarın sırrında sır olmayı başarmış divane sevdalar yankılanıyor yüreklerde. Munzur’da arınıyor günahlar, bir kez daha kendine yağmaktansa, dört bir yana yağıyor yağmurun arılığı.

Şimdi “acıyı bal eylemenin” sırrında kaybolunan acının kentinde yeniden yaşamı yeşertmenin zamanı. Tarih adil değildi; ama ruhunda tarih yazan kenti sahiplenme zamanı.

Ergin Doğru

E Tipi Cezaevi D-1

Elazığ