Hapishande yazılan bir öykü: Hiwa

Sinan BÜLBÜL

1 Nolu L Tipi Cezaevi C-14

Maltepe/İSTANBUL

HİWA

Sarı kuşağı bağlamış sabah yeli gibi alnımda tuzlu ter yalpalanıyordu. Başımı kaldırınca gökyüzüne doğru uzanan ustura keskinliğinde dikilmişti, Hiwa karşımda. Durdu. Loş yamacın sarmalında gölgenin buğusu içinde baktı yukarılara. Yukarısı dağ zirvesiydi.

Çıksana Hiwa! Gel. Bir adım daha atmalısın yahu! Tatlı akşam rüzgârını kendinle birlikte yamaca getirdin. Rüzgâr derin esiyordu. Alnında boncuk boncuk ter birikmişti. Çantasını yere indirip, dağa baktı. Yamacın sarmalından yukarılara baktı. Ağır ağır ilerledi. Yemyeşil otlarla çepeçevre sarılmış, pütürlü ve keskin siyah bir taşın yanında durdu. Dönüp Nuh'a kucak açmış dağın zirvesinde öbek öbek eksilmeyen kar'ı gözledi terden nemlenmiş gözlerle.

Dağın etrafındaki otları ve uyumaya çalışan börtü böcekleri yüreği ile kutsaldı. Sonra mahmur gözlerle ve fildişi beyazlığındaki kollarıyla taşın yan tarafına yaslandı, arkasından gelenlerden biri Hiwa'nın çantasını taşın gölgesine bıraktı. Tam oturmak üzereyken, batmakta olan nar kızıllığındaki güneşin geride bıraktığı taze otların kokusunu derin derin soluyarak gözünü kırpmadan zirveyi alıcı gözlerle izledi. Ara vermeksizin baktı. Baktı. Hafif rüzgâr alnındaki terleri tam kurutmamış, alnı akşam güneşinden sarı bir renk almıştı. Pul pul ter damlacıkları yüzünün pürüzsüzlüğünden kayarak pat pat nemli toprağın derinliklerinden aşağılara bir bir aktı.

Yukarıda rüzgârın tiz ıslığı ise, sessizliğe gömülen efsunundan iki keskin bıçağın birbirine çarpmasını andıran bir sese dönmüştü. Sessizliğin içinde Hiwa esrik bir dikkatle rüzgârı dinledi, can kulağıyla. Rüzgâr bir müziğin melodisi gibi kulağa hoş geliyordu. Hiwa o güzel kalbiyle müziğin ritmiği içerisinde gözlerini kapatarak yavaşça kendini müziğin kollarına bıraktı. Sessizlik, rüzgâr ve müzik eşsiz bir sorhedi??? oyun havasını oluşturdu. İlgi ve meraklı gözlerle baktım. Hiwa başını salladı. Havada art arda yükselen dalgayı kollarıyla sararcasına kollarını öne doğru açarak hareket yaptı. Dudağındaki tebessüm giderek tüm yüzünü sardı. Sonra oturduğu yerden ayağa kalkarak birkaç adım attı. Çevik ve rüzgârın uçarılığında oynamaya başladı. Sonra sakin, derin nefesler alarak yerine oturdu. Dikkatli gözlerle izledim. Coşarak artan heyecanla saçımın örüğünü açarak yanına gittim. Elinden tutup ayağa kaldırarak halaya tutulduk. Oluşan tematik panoramanın içerisinde yoruluncaya değin oynadık. Ayağımızla toprağı teptik. Toprak depreşti, bambaşka bir kıvama geldi.

Akşam havada kararırken hem ben hem hiwa yorgun düşmüş, tekrar yerimize geçerek oturduk. Hiwa gülerek sevinç içinde "gece gündüz huzurla nefes alıp vereceğimiz güzel bir annenin kucağıdır buralar" derdi her seferinde annem. Kudretli ve ele avuca sığmayan çocuklarına dağ hikâyelerini ay ışığında anlatarak cesaret veren ve çocuklarını koruyan bir anne... Hiwa bunu bana söylerken dudağı kıvrılıyordu. Merak içerisinde çıt çıkarmadan özenle beni gözaltında süzüyordu. Düşsel bir vurgu akşamın mis kokan taze otlarıyla harmanlandı ve sonradan bu kokular etrafa yayıldı. Gözleri üzerimde. Ardına dili tutulmuş, sihirli bir etkiye yol açıyordu. Karanlık çöktüğünde ateş yaktık. Ateşin hareleriyle karanlık aydınlandı. Yüzümüzde sevinç kıpırtıları meydana geldi. Ateşin huzmeleri spiral döne döne yamacın kucağından taşların içinden göğe yükselerek karanlıkta kayboluyordu. Akşam yumuşak ve serindi. Yıldızların ışıkları gözlerimizin ferinde pırıl pırıldı. Temiz hava neşeyle dolup taşmıştı, akşamın ruhuna, akşamı delişmen kılıyordu. Hiwa gözlerini yanan ateşin sarılığından ayrılmaksızın bakıyordu. Hiwa, ateş alevinin en kuytu yerinde ya da dibine gidip geliyordu heyecanla. Belli ki bir şeyler düşünüyordu. Acaba neler geçiyordu o esnada kafasında? Ateşte erimek mi yoksa yamaçları bir bir adımlayıp dağların zirvelerine çıkarak dünyayı mı fethetmek istiyordu? Hiç bana anlatmadı. Gözleri akşamın rüzgârındaydı, iki gözde dağ hikâyeleri vardı. Ateşin aleviyle akşamın ufuk çizgisi arasında kaldığını görebiliyordum. Bir adım atsa ya ateşin narında küle dönüşecekti ya da kalbimin uçurumundan yuvarlanıp tuzla buz olacaktı, ama ilk patikaya adımını attığında Hiwa'nın kendini özgür kıldığına inandığım için patikalardan yürümekten caymayacağını biliyordum. Merakla gece yarısını bekledim. Çünkü sabah ağarmadan varmak istiyorduk bir sonraki yere.

O yer ikimizin kalbinin attığı yerdi. Yol'a düşeceğimiz an'a kadar çantalarımızı başımızın altına koyarak gözlerimizi yumduk, sabaha ermek için... Ama ben hiç uyumadım, hep Hiwa'nın gözlerine baktım. Gözleri gece karasıydı. Hiwa ise başını koyar koymaz gökyüzündeki yıldızları seyretti. Yıldızlar Hiwa'nın gözlerindeki aklar kadar parlaktı ve yıldızlar eşlik ettiler şafağa kadar, ancak bir saat ya uyudu ya uyumadı uzandığı yerden kalkarak çantasını omzuna alarak parlayan yıldızı takip ede ede yola koyulduk. Yürüdük omuz omuza, yıldızlara. Güneşe o halde bir sevinç hali ile mutluluk iç içeydi. Nefesimiz gecenin serinleten rüzgârına karışarak benzersiz sarmalamıştı patikayı. Arkadakiler fısıldaşıyor, birbirine ay'ın geceye nazire yaptığı saatlerde nazire yapıyordu. Daha rahat, daha içtenlikli adımlıyorduk patikayı yamacın göğsünde. Patikada fısıldaşanlar muhabbeti koyulaştırarak dağ hikâyeleriyle akıyordu patika boyunca. Toprağa mazhar olmuş herhangi bir hikâye değildi anlatılanlar. Patikaya koyulanlar dağ hikâyelerini böylesi anlarda rüzgârda dokuyarak patikaya çıkmıştı.

Gece dingin!

Gece duruluk!

Gece dağ hikâyelerinin renginden örülüyordu!

Gece, Hiwa'nın duruluk, apansız, engin, akkorlaşmış patikadaki adımlarıyla gecenin içinden dalgalanan zihinlere bilinç kazanıyordu ay çıktığında.

Hava serindi. Asudeydi. Aylıydı. Pırıl pırıldı. Yıldızlar göz kamaştırıyordu. Sırtında çantasıyla arka sıralarda çatık çehresiyle gömleğinin yakasını bazen silkerek, derin nefesler alarak keyifli keyifli patika ile birbirine aşina olmuştu. Ay'ın gölgede iz düşümü taze otların pusarığından??? yok oluyordu. Yaşam diriliğini sessizce sürdürüyordu, dinginlik içinde patikada birbirine jest üstüne jest yaparak sabırla, dirayetle yağmalanan, talana uğrayan zaman mefhumunun onarımının öfkesiyle nehir akışında hikâyenin içinde düğümlenmişti. Yağmalanan zaman yaşlı beyaz saçlı kadınların vaveylasıyla kopardığı kıyameti kabul edilmez buldukları için patikaya çıkmıştı Hiwa. Ama gece sabırsız, yıldızlar sabırsız, ay sabırsız, kıpırdanan otlar ve küçük yeni yeni boy vermiş gevenler sabırsızdı. Isırıcı bir sabırsızlık esintisinin içerisinden dalgalanarak büyüyordu habire ay ışığının cazibesi altında.

Hiwa'nın yürüyüşü çalımlıydı.

Ay orda.

Ay istikametimizdi.

Gözlerindeki hasret gittikçe büyüyordu. Umut kabına sığmıyordu patikada. İnce tel tel kıyılmış yeşil otlar ve hışırdayan kavak ağaçları hafif hafif ritmik şekilde sallanırdı. Bir kuş nasıl yuvasından çıkıp son hızla kanatlanıp uçuyorsa Hiwa'da sanki kuş olmuş uçuyordu. Hiwa gülümsedi. Elini alnına düşen ve görüş açısını engellemesine yol açan bir tutam saçını sola kaydırıp, sonradan yanaklarına yapışmış perçemini düzeltti. Parmaklarının tellerine dolanması ve gülümsemesi ve patikada baş başa kaldığı ay ışığı altında yürüyüş gecenin retoriğini zihinlerde kazıyordu. Güzel bir geceydi. Toprağın kefaretiyle, günahlarıyla, hatta utançla yaralı bırakılmış ruhu onarmak için gerçeğe yürüyorduk.

Dağ hikâyelerine vakarla inanmıştı içtenlikle. O kocaman yüreğiyle dağ hikâyelerine hep kulak verirdi. Bir kez bu hikâyeleri dinleyen, upuzun yolculuğa çıkardı. Yaz kış demeden vadileri, nehirleri, ırmakları, ormanları, buğday tarlalarını, ovaları, zirveleri kısacası her yeri, her nefeste düşlerle birlikte adımlamaktan bir an sakınmazdı.

Bir düş.

En güzel düşleri ise dağ hikâyeleri süsler. Hiwa dağ diliyle konuşur, dağ diliyle dağ hikâyelerini anlatırdı içindeki safiyane duygularla. Engel tanımaksızın her attığı adımda söylerdi.

Patikaya girenlerin dili masalımsı.

Efsunlu.

Esrarengiz.

Bu dil melodik. Al al örülmüş Tanrı menkıbeleri. Hatta kimi zaman hırçın ve esrikti.

Yürekti. Her daim kendini yaşatılan, eskimeyen.

Dağ ülkesinin yarattığı bilincin halet-i ruhiyesi.

Baksanıza! Ne kadar da mutlu. Tebessüm yüzlü. Onu mutlu kılan aslında hikâyenin içinde bire bir yer almasıydı. Günahlarını nedamet duyarak tanrı'nın evinde tövbe ederek gidermek istiyordu. Bu öyle bir günahtı ki ancak dağ hikâyelerine kulak vererek günahlarından azade kalınabilir, arınabilirdi. Mihrapta dua etmek gibi bir şeydi. Yoksa hikâyenin gizemine, kalbine nasıl ulaşılabilirdi? Ruhlar sükûn bulsun diye yola çıkılmalı, yeni kapılar aramalıdır. Hiwa kapıdan adımını atmıştı.

Sabahyıldızının sönmesiyle yürüyüşe ara verildi. Durduk. "Neredeyiz ki, burası neresi?" Hiwa başını kaldırarak zülüf’ünü düzeltti. Göz dağ gözleri. Canlı. Uzak ve içinde bir dünya vardı. Dağ ruhunun gölgesi gözlerinin gölgesinde sarıyordu ruhunu, kalbini. Gözleri... Hiwa konuşmaya başlayacağı esnada durduğu yerden tatlı yumuşak esinti yüzünü yalayarak geçti. Gözleri. Yürüyüşü. Gülüşü. Sesi. Bakışı anlatılan hikâyeye benziyordu.

"Evet! Bir zamanlar buraya Beyaz saray" derlerdi dedi Hiwa terli yüzünü ılık eliyle temizlerken. Gün boyu "Beyaz sarayda" kaldık ve sonra yine sıra sıra dağların doruklarına doğru devam edecektik kadınca halimizle. Yitirilen yeniden filizlenecek diye beklenmeyecekti. Göz kamaştırıcı ve gurur verici övgülere layık düşler mavi gökyüzünün altında, düşlerin diriliğinde sabah güneşiyle dirim dirimdi. Yumuşak. Kıvrımlı yerin güzelliğinde çantasını, öteberini bir bir bırakarak " Beyaz Saray"ın asudeliğinde pütürlü taşların gölgesinde vakit geçirmeksizin uykuya çekildik. Derin uykunun kollarında, yemyeşil otların içinde nefeslendik, Hiwa'nın göğsü bir yükseliyor bir iniyordu. Deliksiz bir uyku hali. Yorgunlukla yan yana gelince tezatlık ortadan kalkıyordu. Tatlı yumuşak bir esinti yüzlere serinlik veriyordu. Gözler. Yürüyüşler. Sesler. Bakışlar anlatılan hikâyenin kadınca halini yansıtırdı.

Gökyüzü cascavlaktı.

Kargalar serçeler ve diğer türden canlılarla rüzgârda dalgalanan otlar yaşamı devindirirdi. Ilgın havada kuşlar şişinerek süzülüyordu, gökyüzünde kaygısızca. Rüzgâra kur yaparcasına kanat çırparlardı. Öğle vakti güneş tüm cömertliğiyle doğayı kucaklamıştı. Ateş parçası. Karanlığı ortadan kaldıran ateşten bir küre. Süt liman içinde, enginlerde biriken altın renkli gün ışığı. Bir yudum gün ışığı. Patikanın göbeğinde uykudadır mışıl mışıl.

Toprak solumak.

Bir yudum gün ışığını ten'de hissetmek.

Taşları yastık yapmak.

Üzerinde hikâyenin yom'suz ışıklarına ermek... Ezelden ebede baş konulan hikâyenin düş'ü. Uzayıp giden ölümsüzlük arayışçısı. Öte yandan hicret. Hikayenin peşinden yola çıkan yolcunun ortaya koyduğu öz'ün peşinden yürümek. Ölümsüz istek, arzu, tutku. Ya da AŞK! Heyula gibi çökmüştü, ağırlığınca patikaya. Görkemli. Üstelik vazgeçilmeyecek yakıcı, küle dönüştüren düşler. Tılsım. Öncesinden mavzerlerle cenk etmiş aksaçlı kadınların hikâyelerini yine yaşlı bir kadın anlatmıştı bana. Bende ilk ağızdan Hiwa'nın kulağına fısıldayarak anlatmıştım. Ruhumun yansımasıydı söylenenler. Hatta gölgesi. Gölge öylesine etkileyiciydi ki, beni boğacaktı kimi vakitler. Çünkü öncekiler patikanın sonuna ulaşmadan yenik düşmüşlerdi, çıktıkları yolda. Düş yarım kalmıştı. Şimdi ise hikâye yalınlaştırılmıştı. Ya ona kavuşup yolu tamamlayacaktık ya da kalbimizdeki acıyla kıvrana kıvrana savrulup vadilerin içinden kaybolacaktık.

Kalbimizin rüzgâra fısıldadığı türküler anafor olmuş üzerinde yola çıktığımız toprak parçasını sarmıştı. Tokmak gibi dövüyordu gaddarca, acımasızca. Parçaladı. Un ufak etti her şeyi. Bir zaman sonra dağ hikâyelerinin gizli gizli kulaktan kulağa yayıldı. Hiwa'yla patikaya çıktığımız zamanlara. Hiwa bu tılsımı elde etmek için uykudaydı. Çünkü ekilen tohumun kanlı canlı doğumun sancılarını müjdeliyordu. Ben ise yanı başında ruhunun sesine kulak vermiştim. O eski zaman trajedilerinin bu doğumla bir daha yaşanamayacak şekilde ortadan kalkacağı için mutlulukla kanatlanıyordum.

Yaratım ve yaratım iç içe. Ebedi ceza ve büyük yalnızlık ortadan kalkacak "AHİR ZAMANLAR" da yaşam son bulacak, iğrenç ve nobran zamanlar geride kalacaktı. Bir çağrı. Bir davet icabet etmemek olmazdı. Upuzun hikâyenin ya başında ya ortasında ya son demlerinde içinde yer almak zamanın ruhuydu. Hikâyeye çağrı. Dalga dalga yayılmıştı en kuytu hatta izbe yerlere kadar. Kabul ve kabaran istek Şahmeran’ın gözü gibi hem ışık saçıyordu hem de göz kamaştırırdı. Işığın etkisiyle Hiwa terennüm içinde kabul etmişti bu daveti. Yeni bir başlangıç. Elveda değil. Şafakla birlikte nüksetmişti bu yolculuk. Cezbeden istekli heyecanla bir an önce kavuşmanın serden geçti mutlulukla dağ doruklarına çıkmak istiyordu. Doruklara çıkmak. Hararetle.

Güneş uzaklardaki dağların ardına evirildiğinde sessiz bir tını eşliğinde uykudan uyandı. Hiwa eğilerek dağılan uzun tel tel siyah saçlarını ensesinde örerek bağladı. Gerindi. Gözlerini ovuşturdu. Batmakta olan güneşe gözlerini yumarak baktı. Yerdeki eşyalarını çantasına koydu. Birkaç adım attı. Döndü. Etrafını süzdü. Yere çömelip yüzüne su serpti. Yudum yudum içti. Üst üste derin nefes aldı. Yaz akşamı doğayı çepeçevre sıkı sıkıya kollarına almıştı. Günün son karartısı geçip gidiveren güneşin batmakta olduğunu gösteriyordu. Yine akşam. Güneş batarken güneşin huzmeleri safir, leylaki ve açık mor dalgalar halinde değişen renk seremonisini oluşturuyordu. Sayısız renk iç içeydi. Renkler bükülüyor, kıvrılıyor, gökyüzünde ışık tayflarını meydana getiriyordu. Hiwa başını her zamanki gibi sallayarak doğa harikası olan güneşin batışının ortaya çıkardığı mucizevî an'ı hayranlıkla izledi. "Tanrım! Ne güzel" diyerek mırıldandı. Bu doğaüstü renk harmonisinin bu şekilde meydana gelmesi muhteşemdi.

Dağların uzun derin vadileri, yüksek tepeleri, küçük bitkili sarp yamaçları giderek koyu karanlık gölgelere bürünüyordu akşamın koyuluğunda.

Gölgeler.

Hiwa'nın gölgesi.

Taşların gölgesi.

Gölgeler birbirine karışmış iç içe geçmişti. Bitkilerin gölgesi. Çeşitten çiçeklerin gölgesi. Gözün görebileceği tüm gölgeler yaşamın gölgesiyle bütünleşmişti. Birer canlı varlığa dönmüştü, gölgeler.

Siyahımsı pütürlü taşları bir susku sarmıştı. Her şey suskunun içinde. Hiwa sessizce çantasını sırtına aldı. Akşamla birlikte sessizlik çöktü patikaya. Ay ışığı ve yıldızlarda suskudaydı. Hikâyeye kulak kabarta kabarta yol alındı. Çiğdemlerin, ıtır şahların, reyhanların kokusu geceye az bir zaman kala yarenliğe hazırlanıyordu. Toprakta suskuya yeğledi. Dağ hikâyeleri Kavga ve ateş uzamaları içinde doyumsuz sıcaklıklı ördü Kurşuni tel tel saçlarını, çöl bedevilerinin kadınlar gibi. Dağ, gece ve hikâye anın yoğunluğu ile azmin ve cesaretin kollarında, ince parmaklarla nakşedildi bu kez sabahlara. Yani dile gelen hikâye yaşanmış, bedenin birer uzvu haline gelmişti. Böylelikle dilden nar tanesi kızıllığında saçıldı toprağın rahmetine. Her söz bir tezahürdü. Hiwa önce sözle dile geldi. Adımını birer sözcükle ifade etti. Sözcüklerle çevrelenene dağların, yamaçların, Kar'ın hiç erimediği zirvelerin, büyüsü giderek büyüyordu. Güven içerisinde sırtını güneşin doğuşuyla dayayabileceği o nazenin endamıyla binlerce yıl duran yerlerin imgesi bellediğinde canlandırmanın naifliğiyle aktı. Zamanın akışına adımlarını sıklaştırarak yol aldı.

Doyumsuz ayışığı, yıldızlar, gecenin gök kubbesi altında akardı. Uzak sıradağlar karanlık içinde sarmalanmış birer abideydi. Karanlığın örgüsüne bürünmüştü uzak yerler. Belki gecenin en can alıcı şeyi gecenin yalınlığı ve yalnızlığı ve içinden geçtiği olgunlaşmış buğday başaklarına avuçlarıyla dokunduğu haz ve onun geride bıraktıkları aklımda kaldı. Bu duygu yol yorgunluğunu ortadan kaldırırken anlatılan hikâyeyi bir olgudan çıkararak dağlardan insanlara, köylerden şehirlere, caddelerden mahalle aralarına, nehirlerden denizlere, oradan tekrar sonsuz zaman mefhumuna ulaştığına tanık olmanın mutluluğuyla ilk defa yeni bir başlangıca vesile olurken, sürekliliği ise sözcüklere dökülen hikâyede saklıydı.

Bir başlangıç.

Her başlangıcın bir hikâyesi vardır.

Tek bir kişi de olsa, o kişinin heybesinde anlatacak hikâyesi vardır. Hikâyeler gerçeğe gebedir her zaman. Gerçeği anlatan hikâyelerin kadın makamında dinlemeyenler ya çarpılır ya da lanetlenir.

SON