Sibel Öz ve SERÇELER ÖLÜRSE

Sibel Öz’ün, “Serçeler Ölürse” adlı öykü kitabı, iki aydır masamın üzerinde sırasını bekliyordu. Elimde, Muzaffer Tansu’nun hapishanede yazdığı “İki Kıyı Arasında” adlı öykü kitabı ile Marge Piercy’nin “Zamanın Kıyısındaki Kadın” adlı romanı vardı. Bu iki kitabı bitirdikten sonra ‘Serçeler Ölürse’ye başladım ve bir solukta okudum. “Serçeler Ölürse” hakkında notlarıma değinmeden önce, Muzaffer Tansu ile Marge Piercy’nin eserleri hakkında okuyucuya kısaca bilgi vermek istiyorum.

Muzaffer Tansu, “İki kıyı arasında” adlı çalışmasıyla 2009 “Mahsus Mahal” öykü ödülü almış. Doğrusu bu ödülü hak etmiş diye düşünüyorum. Hapishanenin, F tipi hücrenin 8 metrekarelik hücresinden öyküleriyle dışarı taşmış Tansu. Daha çok “dışarıyı” yazmış. Çocukluğundan, ilk gençlik yıllarından biriktirdiklerini damıtıp bize sunmuş. Beni en çok saran-sarsan “Sonu belirsiz bir yolculuk” adlı yalın öyküsü oldu. “Yalınlık, yetkinliğin doruğudur,” diyen Leonardo da Vinci ‘yi bana anımsatan öyküde: Göç olgusu, varoşlar ve bir babayla oğulun kurduğu çaresiz ve sessiz dayanışma mükemmel bir kurguyla işlenmiş. Yazarının içeride olmasının dezavantajları da unutulmadan okumalı “İki kıyı arasında”yı.

Marge Piercy’nin “Zamanın kıyısındaki kadın” adlı romanını okurken sık sık aklıma Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler” adlı romanı geldi. Aynı kategoride değerlendirdiğim her iki romanda anahtar kelimeler: Ütopyalar, bilim kurgu, kadın sorunu ve erkin, ataerkinin ve patriarkalın sorgulanmasıydı. Kadın sorunu üzerine kafa yoranların ve ütopyalar konusunda kelam edenlerin okuması gereken bir roman: “Zamanın kıyısındaki kadın”.

Ve Serçeler Ölürse

Sibel Öz’ün “Serçeler ölürse” adlı öykü kitabını mutlaka okumalıyım diye düşünmemin iki nedeni vardı. Birincisi Sibel Öz, daha önce yayınlanan kitaplarını okumadığım genç bir yazardı. Orta yaşı geçen yazar arkadaşlarım kusura bakmasın ama önceliği suya, sabuna ve tabulara dokunan genç yazarlara vermek gerektiğini düşünüyorum. Sibel Öz de bu özellikleri taşıyan, genç ama dili olgun bir yazar. İkinci nedeni: Ben elime geçen bir kitabı önce şöyle bir karıştırırım. Rastgele bir sayfa açar bir paragraf (veya bir kıta) okurum. Öz’ün kitabını da sıraya koymadan önce rast gele seçtiğim bir sayfada karşıma çıkan “Pazar” adlı öyküden bir bölümü okumuş ve etkilenmiştim. İşte bu nedenlerle okumaya karar verdiğim kitaptan seçtiğim o bölümü aktararak başlamak istiyorum değerlendirmeye.

Yeni aldığı sandaletlerini giydi. (…) Tam çıkacakken geri döndü. Tuvalete girdi çıktı, yüzünü buruşturdu. ‘Tam sırası’ dedi kendi kendine. Evden çıkacakken olur şey değildi. Son günlerdeki stresinin nedeni belli olmuştu. Her ay çekilir gibi değildi. On gün önceden moral bozukluğu, ağlamalar, gece uyuyamamalarla ‘geliyorum’ diyordu zaten. Bir hafta da regl dönemi sürse, insanın üç haftası gidiyordu. ‘Geriye kalan bir haftayı da bozdur bozdur harca’. (…) Yaz sıcağında yapış yapış gezmenin neresi insanda keyif bırakırdı.”

Vildan

“Vildan” adlı öyküde, arka planda anneyle çocuk arasındaki “korumacı- esirgemeci” ilişkinin yarattığı travma, akıcı monologlarla işleniyor. İnsanın aklına Marcel Proust’un, “Bir insanın çok acı çekmesini önleyen, çoğu zaman, düş gücünden yoksun olmasıdır.” Saptaması düşüyor. Vildan’da da düş gücü yoğun olan yazar acılara dokunuyor. Öyküyü okurken farkında olmadan dalıp çocukluğumuza ya da çocuklarımıza gidiyoruz. Öz, birçoğumuzun sorgulayamadığı için çözemediği kronik sancılara ve nedenlerine zarif anlatımıyla, metaforlarla dokunuyor: “Gidemedim. (…) Babam, o resimlerden tanıdığım, köşeli yüzlü, iri yarı adam gitmişti mesela. (…) Gidebilmesinin yarattığı öfkeyle büyüdüm ben. Annem bu öfkenin gölgesinde büyüttü bana dair hayallerini. (…) Artık gidemeyecek olduğumu anladığımda, annemin gidebileceğim bütün yolları toplayıp sandığına kilitlediğini de anladım. (…) annemin şefkatine sığınıp kaybetmiştim gidebilme ihtimallerinin tümünü. (…) Annem kimsem olmasını istememişti hiç. Dünyadan vazgeçmiş bana geçirmişti tırnaklarını. Şefkat, panik, vesvese, korku… Onun tırnakları bunlardı, etimde, vücudumda, ruhumda, beynimde…”

Kanaat tevekkül ve karıcalar

“Kanaat tevekkül ve karıncalar” adlı öykü, biyografik özellikler taşıyor. Ya da ustaca kurgulandığından bana öyle geldi. Yazar öykü kahramanının çocukluğuna gidiyor, ilk gençliğine, politikayla tanışmasına… Öykü kahramanı, ailenin “itaatkâr kız yetiştirme” yaklaşımıyla hesaplaşıyor. Ve yine babanın ağırlığı altında ezilen anne karakterine dokunuyor: “O benim annemdi. O farkında, o cesur, o ürkek, o sevilesi kadın. O çok huzursuz mutluluk arayışının, ayakları kan revan içinde yolcusu. O, benim annemdi. (…) Tevekkül ve kanaatin dumanlı göğü altında, annemin yenik bir kavganın artığı solgun yaşamını sürükleyişine tanıkken, güneşli bir günümüz hiç olmadı sanki.”

Bu mükemmel betimlemeler ile başlayan uzun öykü yer yer didaktik bir anlatıma dönüşüyor. Belki de bir romanın konusunu öyküye sığdırma telaşından. Örneğin Sezer’in devrimci gruplara katılış süreci ve ölümü. Ama sona doğru anlatım yeniden okuyucuyu sarıp sarmalıyor. Öykünün girişinde “İsyan kızının” hapishaneye ziyaretine gelen babasıyla diyalogu da çok çarpıcı. Benim bir çalışmamda tutsaklara soramadığım soruyu, bizim sloganlarımızın yakınlarımızda nasıl karşılık bulduğunu, Sibel Öz, babaya sordurmuş: “’Biz yola çıkarken, bedel ödemeyi göze almıştık’ dedim, üzerine basa basa. Acımı bastırmanın, zayıflığımı örtmenin başka yolu yoktu. Güçlü durmalıydım, ağlamamalıydım. Sıktım dişlerimi. Acıyla gülümsedi, ‘Peki bize sordun mu, hazır olup olmadığımızı bedel ödemeye?’ Gözlerinden yaşlar süzüldü. Büyük laflarımın hepsi küçüldü, eridi gözyaşlarında… ‘Ağlama’ diyemedim…”

Küf beyazı

‘Küf Beyazı’, ancak yaşayanların betimleyebileceği ayrıntılarla örülmüş, sağlam bir öykü. Diyalog yokluğuna rağmen insanı saran sarmalayan monologlarla akıp giden sözcükler. F tipi Hapishaneler. F tipi hücreler. Tecritte, tutsaklar arasındaki özel iletişim kanalları. Ve tabi ki bitmeyen işkence. Tek kişilik hücrelerde akıl sağlığını korumaya çalışan tutsaklar. Yazar slogan yazmıyor - atmıyor ama okuyucu o sloganların sesini işitiyor. Sanatın diğer deyişle Sibel Öz’ün başarısı bu. Kitapta yer alan, (notlarımı burada paylaşamadığım) diğer öyküler de aynı ustalıkla işlenmiş diyebilirim. Tabi öykülerde -ancak konuyu bilenlerin anlayabileceği- birkaç maddi hata da yok değil. Örneğin: “Şehir elektriğini vücuduma verdiklerinde…” gibi. Ancak bunlar dilin, kurguların, anlamın ahengini gölgelemiyor. Kitabı bitirdiğinizde veya her öykünün sonunda, hüzünle, “keşke bitmeseydi” diyeceksiniz.

Son söz:

Son sözü, eline, yüreğine sağlık diyerek Sibel Öz’e bırakıyor, onun “Küf beyazı” adlı öyküsünden iki alıntıyla bitiriyorum: “(…) Kuş otunun cılız yapraklarını okşarken, hayatı hapishanenin bu kör hücresine getirebilen yeşilin gücünü düşünüyordu. Hayatın tomurcuklandığı her şey kat be kat güçlüydü ölümden. Hayat hep direniyordu, vazgeçmiyor, en küçük fırsatı bile değerlendiriyordu yeşillenmek için. (…) Artık saatler yok. Çünkü ışık yok. Gece mi, gündüz mü belli değil. Genzinde yağmurun kokusu, ağzında kan… ‘Hücre’ dedikleri yer, süngerli hücre. Penceresiz, ışıksız, içeride hiçbir şey yok. ‘Çıplak insan olduğunu en iyi hissettiren yer’ diye yazmıştı başka bir hücrede kalan arkadaşı. (…) Süngerli hücrenin kanunda bir tanımı yok. (…) ‘Süngerli hücre’, beynin sünger gibi oluncaya kadar tutulmak istendiğin yer. Bir türlü uyuyamadığın ve uyanamadığın, zamanı yitirdiğin, hani köşeden bir fare beliriverse can dostunu görmüş gibi sevineceğin, bir örümcekle saatlerce oynayabileceğin ama lanet olsun senden ve senden başka hiçbir şeyin olmadığı ufacık sonsuz bir karanlık… Duvarlar, başını vurarak, belki de kendini çarpa çarpa öldürmeyesin diye, tümüyle süngerle kaplanmış.

Süngerli hücre… Sünger gibi karanlığı ve rutubeti çekiyor tüm gözeneklerim. Sanki deniz altındayım, bir okyanus dibinde, ışığın olmadığı… Süngerle yıkardı annem halıları. Süngerden beyinler… Sünger sararlardı askı olarak kullandıkları kalasa, omuzlarımızda ve kollarımızda işkence izleri kalmasın diye. Şimdiki çocuklar bilir mi yaşadıklarımızı? Ya sen Sünger Bop?”

Künye: Serçeler Ölürse, Sibel Öz, Öykü, NotaBene yayınları, Ankara, Ekim 2012.

Adil Okay

[email protected]