20 Yıldır Tutsak Olan Sinan Bülbül'den deneme: ŞENGAL'DE BİR GÜN

SİNAN BÜLBÜL

ŞENGAL’DE UZUN BİR GÜN

Hiçbir şeyi ertelemek istemiyorum. Gözüm uykunun mağrurluğuyla umutla bakmak ister yarına. Yarın umudumuzun gerçekleşmesi demektir, çünkü dünden kalma çığlıklarımız, iniltilerimiz yerini ırmak gibi akışa bırakır. Akış yeni gün doğumudur.

Güneş; sessizlik, dinginlik, yalnızlık içinde doğuyor. Orada, Sarp dağ zirvelerinden “Bin muhteşem Güneş” gibi doğdu. Bembeyaz ak sakalarıyla yüzleri güneşe dönük ibadet edenler, sırtlarını saç örgüsüne benzer taştan duvarlara verecek ilahi güce teslim olmanın edebi mutluluğa eriştiler huşu içinde. Güneşsiz geçmez yaşamın ağdalı yanları. Gri-mat duvarlara baka-baka kendimi bir başkasının yaşamında hissediyorum. Aksakallılar beyaz elbiseleri içinde güçlüydü, duyguluydu, farklıydılar. Hayal kurmanın, aklın en yüce an’larında güneşle gerçekleşiyordu. Güneş her şeyi var ediyor, yaşam güneşle anlam kazanıyordu.

Gökyüzü çok uzakta. Gökyüzü hiç bu kadar uzakta olmazdı, elimi uzattığımda dokunabilecek kadar yakındı hep. Hele yıldızlar yok mu, yıldızları avuçlarımda sanırdım her gece. Her nedense yıldızlar da uzak bu gece. Hepimize ait sandığımız yıldızlar olmayınca gece yavanlaşıyor, bazı hallerde öfke hayallerimizin tacirliğine soyunurdu. Gece kale surları gibi kalındı, ıssızdı, garipliklerle doluydu, bir ömürlük yalnızlık hissi veriyordu bana ibadetteki tılsımın etkisiyle gözlerimi yumdum. Sabah ilahi gücün ululuğuyla gözlerimi güneşle açtım.

Bulutlar gözümü kör edecek sanki, o kadar karaydı ki cehennemi karanlık kadar siyahtı. Vadiden hızla tepeye çıktım, etraf sakin, zaman kendi döngüselliğinde akıyordu ve ölüm sessizliğine benzer bir korku metaforu vardı. Korkum hayal etmenin önünde kocaman siyah perdeye dönüştü, cüretimi kırdı. Cesaretimi toparlamaya çalıştım, çünkü ben yanlış yerde hayal kurmamıştım, tamda olması gerektiği yerdeydim. O yeri anlamak, bilmek, inanmak için son sığınağımdı. Kendimi aksakallı yaşlılarla geliştirip, büyüterek, biçimlendirmek için gelmiştim vadiye.

Gün tükenince usul-usul uykumun kollarına teslim oldum. Kalbim korkudan göğüs kafesimi kıracak şekilde ha bire dövüyordu. Savaş ve ölüm, doğum ve yaşam, üzüntüler ve mutluluklar vadide değer kazanmışken, içimde yepyeni bir dünya filizleniyordu. Arayışım bir işe yaramıştı. Şu dünyada isteyebileceğim tek şey güneşe değen filizlerin hayat bulmasıdır. Gözüm kapalı, ama korkudan uyuyamıyorum. Bu saatlerde kimi çöl patikalarında yaşam örerken ben cephede hayal kurarak, kalbimi dizginlemeye çalışıyorum. Kalbim göğsüme sığmıyordu artık, keskin bir kılıcın darbesi gibi boydan boya yardı. Katlanılması güç acılar içinde kıvranıyordum. Güneşe itaat etmiştim, içimdeki bu huzursuzluk sonu gelmez yolculuğa benzerdi. Üzülmek, kızmak, avı çekmek, susmak ve tevekkülle beklemeyi öğrenmiştim, ancak katlanılması güç bir durumdaydım. Şükretmek için mi tüm bunlar başıma geliyordu, hiç sanmıyorum, çünkü güneşin safını tutmak dışında başka bir şey yapmamıştık, birde hayal kurmayı öğrenmiştik.

Hayaller ve korkular.

İki yabancı. Korku, bu Ağustos ay’ında çok eğrelti duruyor. Gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum. Yüzlerini görüyorum işin aslını tam olarak gerçek değil, hırslı, kötü ve kıyıcı ve yıkıcıydı siması. Yüzü domuz yavrusunun yüzüne daha çok benziyordu.

En iyisi mi herhangi bir tepede pırıl pırıl parlayan yıldızları ayışığı altında izlerken geceye karışmak belki bir adım daha bizi yakınlaştıracak birbirimize. Yıldızlar hiç yoktu. Arkama bakmadan Şengal’in yıldızsız gecesine katılıyorum müziğin eşliğinde, müziğin ritmiyle Kelebeğin son anlarını saydığı titizlikle ilk ve son valsa katılacağım için şanslı saydım kendimi. Her şey o kadar kolaydı ki yapamadığım bir şeyi sanki yıllardır yapmışım gibi kolay geliyordu bana vals. Vals devam ederken karanlık ve sis gözlerimde yoğunlaşarak büyüyordu. Hiç böyle görmemiştim buraları. Şengal aydınlık ve ayışığıyla yanıp tutuşurdu hep. Bu gece batıyordu tenime. Tehlike durmadan ağlarını örüyordu, sönmüş yıldızlardan, ay aydınlık geceden hissediyordum gecenin sinsi karanlığında. Yine de yaşamı deneyimlemeye çalışıyorum, hiç bozuntuya vermeden yine gülüyorum. Tuzaklar kuruluyor diye bu geceyi haram gece saymak istemezdim.

Korkumu yenmek için güldüm.

Güldüğüm vakit içimden fırtınalar koptu, o birkaç saniye içinde yere yığıldım. İçimden bir şeyler boşalıyordu çorak çöle. Sırtımı bulutlara, düşlerimi ise dağlara dayadım. Işık gözlerimden yansıyordu Şengal’e. Şengal yüreğimi paraladı, altında kaldım gözyaşların. Gözyaşları damladı kalbime, değdikçe çıplaklığımla doluyorum dudaklardan kalbe.

Yüreğim deşildi.

Hesapsız bir yaraya dönüştü, kutsallıklarım parçalandı ki dilim varmaz anlatmaya. Yaramı ancak güneşe saf tutanların bağlılığında onarabilirim.

Yaralıyım!

Aax, aax felek!

Ey ay felek, bir kez daha Arkanya Domuz yavrularının saldırısına uğradım. Varlığım, soyluluğum barbar ellerin kiriyle harama bulandı. Ferman buyurmuşlar, cennetimi cehenneme çevirecekler. EGHELADOS olsaydım kafa tutacaktım büyük TANRILARINA!

Gece karanlık, yüzler karanlık. Aydınlıktan korktukları için yüzlerini peçe ile gizliyorlar, yüzünüzü bana çevirin, nasıl acı çektiğimi yüzünüzü bana çevirdiğinizde anlarsınız, ama söz söyleyecek zamanda değiliz, şimdiki zaman Derweş’in cesaret zamanıdır, birde Adûle’nin aşkıyla başa çıktığı vefa ve sadakat zamanı!!! Sarı çöl patikalarında vurulup yere kapaklandığımda cesaret zamanlarını hayal ettim, kutsal güneş karanlıkta ışık olmayı akıl edinince, hepten tiksindim korkudan, tiksindiğim bu korku belasından kurtularak acıya dayanmaya çalıştım.

Tan rüzgarı çıplak, savunmasız vücudumu üşütüyor, bedenim titredi. Altımdaki kum tane tane kaydı. Güneşin bana hükmettiğini anladığımda yasemin kokulu saçların tarafından boydan boya sarıldım. Etrafım dolup taştı beyaz elbiseleri içinde aksakallılarla, güneş parladıkça arttı cesaretim, en büyük düşmanım karanlık oldu. Ben zaman kesildim, kendi zamanım içimde yıldızların belirmesini bekledim. Yıldız öylesine parlamalı ki bir daha korku gün yüzü görmesin. Kimseye egemen olmasın.

Tanrısal gerçeğimle baş başayken fısıltı şeklinde bilûr sesi kulağımda yankılandı. Dramımı ne güzel dile getiriyordu. Bilûr sesiyle yalnız olacağımı önceden biliyordum, o sesten başka bir ses işitmeyecektim, çünkü bilûr yaşanan an’ın melodik dile gelişiydi. Kulağım bilûr’da! En güzel, en aydınlık duygularımı böylelikle sessizlik içinde sessiz kalarak dinledim. Öte yandan kum sıcağı akor’a dönüştü, anma üşüyorum, ayak parmaklarımdan yavaş yavaş kanın çekildiğini hissediyorum. Böyle bir gecede bilûr sesiyle gitmek değerli bir mücevher gibi yanı başımda parlıyordu. Gitmek fikri karmaşık, en zor şeydi. Kafam umulmadık biçimde kavga verirken, kardeşlerimin bilûr yaktığı ağıda geliyordu, ağıt bilûr sesiyle yayılıyor her yöne. Kızlı erkekli Şengal’e akıyorlar yeni bir cesaret zamanında… Ne güzel dile geliyorlar değil mi? Şuan hepsinin yürek atışlarını duyuyorum. Yüreklerimiz benzer birbirine. O yüzden her geçen dakika çoğaldığımı gördüm.

Ahir zamanlardan bu yana hem kıyımı, hem gaddarlığı, hem başlangıcı ve hem sonucu bekleyecek olan zulmün karşısında içten gelen bilûr sesine kulak vermenizi salık veririm. O ses dağlıların yanık sesidir, ses dağ’dır.

Yüzüm Şengal’e dönükken Adûle’nin yüreğinin sesini dinledim, aynı zamanda Derveş’ında cesaret yanını düşledim. Düş beni büyüttü, kocaman kıldı. Düşlerimde Şengal ışık saçıyor gece-gündüz.

04 Eylül 2014

SİNAN BÜLBÜL

E Tipi Cezaevi

Ümraniye/İSTANBUL