Sinan Bülbül'den sarsıcı bir deneme: Melkişahlı Kadın

MELKİŞAHLI KADIN (SİNAN BÜLBÜL)

Hüzün!

Tatlı bir hüzün sarmış yüzünü.

Pürüzsüz yüzün tatlı, sevimli. İnsan bakarken huzur buluyor.

Biraz tebessüm etsen her şey daha güzel olacak, ama yüzündeki hüzün ACI PELİN suyunu içen birinin yüzüne benzer.

Acıdan hüzün yüzüne oturmuş, tebessüm ise ebediyen dualarımda yükseliyor sana doğru ve zamanla tebessüm yok oldu, vadilerde, dağların kayalıklarında kayboldu.

Gülmekten korkmak!

Nedir gülmek?

Sende benim gibi yıllardır tebessüm etmek nedir bilmedin.

“Sus” dedi hüzün!

Gülmek; rengin, güzelliğin, sesin! Sevgi nedir bilmeyen gülmez, hüzün ıstırapla beraber acı belleğinde taht kurarak gizlenir. Hüzne sarılı zülüflerimle şu değersiz otlara baka dururum. Tarlalar göz kamaştırıcı, kırlar yemyeşil otlarla kaplı ürün vermeyen tarlaları çevreleyen kavak ağaçları yaban çiçeklerle dolu. Dağın yamaçları güneşten pırıl pırıl parıldayan otları ayrı bir renk katıyordu Melkişah'a. Melkişah’ın havasıyla insanları, hayvanları, bitkileri ahenk içindeydi.

Güneş doğuyor. Vadileri, yamaçlar, kırlar, kavak ağaçları sevinç içinde aydınlık ve sıcaklık, sevdayla doluyor, mutluluk kocaman, ağız dolusu gülmeyle yürekte buluşuyor. Sonran da toprakla işleniyor başı karlı dağın yamaçları.

Değersin otlara baka dururum!

Çünkü yıllarımı tebessüm etmeden geçirdim, hatta gülmeyi unuttum.

Gülmek nedir bilmedim.

Öğrendim gülmeyi.

Gülmek nedir?

Gülmek çaredir. Gülmekle anlam katarız bir sürü iyi şeye. Gülmemek intihar etmek gibi bir şey.  Yamaçta, yıldızları seyrederken ağız dolusu gülmek iyilikle anılacak. Sevgin gülmene yansıyacak. Bilirim! Melkişahlısın! İyi şeylerin başında gülmek gelir. Sen sen ol gülmeyi hiç eksik etme! Bırak gülme seni sarsın. Başını yastığa koyduğunda tüm bedenini sarmaktır. Senin şu an dağları yıldızları beyaz, nazik kollarınla sardığın tutkuyla sarmalısın gülmeyi. Bir sevda, bir aşk, bir yar olmalı gülme.

Gülmek nedir?

Sesini işitmektir.

Sesini…

Hiç korkmadım sesini işittiğimde.

Öğrendim!

Sesin yüzün kadar tatlı. Sevimli. Huzur veriyor sesin.

Ellerin, kolların, gözlerin susunca hüzün kendini bir parçan haline getirir. Senin bir yanın acı. Bir yanın ise gülme ile doluyken göz pınarların kurumaktaydı.

İki siyah göz.

İki pınar.

İki dal.

Gözüm acıyor hüznünden. Kanım ACI PELİN suyuyla karıldı.

Yamaçlarda iki pınar vardı. Kuşlar dalında şakıyordu gam içinde. Kelebekler pınarın kenarındaki bitkilere kaygısızca konarken, sen iki kolunu açarak uçmak istedin yamaçtan vadilere doğru. Suyu soğuktu!

Pınarın suyu soğuktu. Şu şiirlerin dizelerinde vefaya dönüştü. Şimdi söyler misin bana yazdığın dizelerin anlamını?

Söyler misin?

Söyler misin bana.

Bir şey söylemeyecek misin?

Hadi söyle!

LAL!

LAL!

Dağ LAL!

Yamaç LAL!

Vadi LAL!

Koyaklar LAL!

Sen LAL!

Ben LAL!

Melkişah LAL!

DAĞ Sessizliği.

Yeniden mi yazacaksın kanlı gözyaşları nasıl akıttığımızı?

Hele dur. Boğulmak üzereyim. Bırak da bir nefes alayım.

Hayır! Seni bırakamam, nasıl bırakabilirim. Dinle beni!

Daha sonra!

Sonra mı?

Sonra. Sonra görecek miyiz birbirimizi?

Yol almanızı şimdi istemiyorum, istemiyorum.

Biraz sabret! Şu dizeleri bitireyim.

“Zaman güngörmüş bir ihtiyar.

Sağlam oturmuş yerine.

Bir daha yanacak belki…

Bir alamet var bugün,

Durak yolunda bir testi kırılacak.

Anadan kalma hayallerle,

Düştüğü yerde kalkacak beli”

Söyleyeceklerini söyledin dizelerle.

Dağın yamacında hikâyeler kanlı gözyaşıyla demlenirmiş, güneş doğdu doğacak! Güneş doğdu. Hikâye başlamak üzere. Kendini bırakma.

Sen kendini bırakma.

Kaybettin içindeki gülmeyi.

Kaybettin!

Unutmazsın kanlı gözyaşlarını ve kandan düşleri.

Ben düşlerimi kanla yüreğime katre katre yazdım, yüreğimde saklı duruyor, belleğime kazdım gece-gündüz nefessiz kalarak.

Hafızamda dip diri.

Ha, evet…

Yanına vardığımda korkmayacağım bir şeyden, Gözlerine bakacağım korkmadan. Güzel gözlerine bakacağım, başka birinin gözlerine bakmayacağım, bakarsam eğer taş kesileyim, ateşlerde yanayım.

Her gece dua okuyarak uyanıyorum.

Tüm gecelerimi iki dağın yamacında dua okuyarak geçiriyorum. Dua okumalarım devam edecek, , tevekkül içinde iyileştiğini görene dek. Artık iki dağ yamacı düşü kaldı. Kimse duymayacak, bilmeyecek düşleri. Düş, görenler düşlere vakıf olabilir.

Seslen sen!

Sesin gözlerimin kantarında çok hafif kalacak, kimse görmeyecek beni.

Yüzün, bedenin Melkişah’ın mor sümbüllerin sarılmalarında yorgun düşecek, geride kehribar yumuşaklığında kolların sallanıp duracak.

Dualarım yükseliyor. Can havliyle Tanrılara sığınıyorum. Önlerinde diz çöktüm. Sonra özür diledim. Özür diledim. Tanrılardan şifa olarak vermeye çalıştım, geç değil, artık geç değil. Dualarımla Tanrıları hoşnut ettim. Bağırdım, çağırdım, feryat-figan ettim. Sonunda O ACIMASIZ Tanrılara sesimi duyurabildim, ama içimde bir sızı var. ACI PELİN suyu ciğerimi yakıyor, içimi deşiyor, bu acıya nasıl katlanır bilemem!

Arzuladığım yerler öyle uzak, öyle uzak ki dağ düşlerim hiçbir zaman yetmez diye korkuyorum, çok korkuyorum.

Neredesin peki?

O dağ uzakta mı senin gibi, çok uzakta değil mi?

Ben seni o dağla tanıdım. O dağ mezarım. Kafamda yüzün, zarif alçak gönüllü, erdemli, yumuşak yürekli, utangaç, kırılgan ve hassas Melkişahlı’nın silueti belirdi. Söylenecek güzel sadeliğini, masumiyetini, zarafetini yitirmemiş o kadar çok şey var ki! Uzayıp giden dağ yamaçların arasında yarılmış vadilerin güzelliklerine benzer. Dağ kibirden uzak! Soylu-asil Melkişahlı.

Söyleyin ona böyle bir şey yoktur. Yedi Cihan’da da böyle bir yer yoktur.

Ben doğumun efsunlu saraylarında Melkişahlıyı ararken bile gözüme görünenlerin hiçbiri onun inceliklerine sahip değildi. Tek tek hepsinin gözlerindeki hileyi gördüm hepsi sırlıydı, sırlı kapılar ardında inceliklerini efsunla konuştururlardı. Her biri diğerinden daha gizemliydi. Gözleri sır kapısıydı. Sır kapısına vardığımda Melkişahlıyı gördüm. Sustum! Kömür gözlü. Sürmeli… Durup yüzüne baktım. İçimde “KALBİMİ PARÇALA” dedim. Kalbim parçalandığında sesine kulak verdim. İman eden müminin secdeye varması titizliğiyle dikkat kesildim. Kudretine, ilahi gücüne hayran kaldım. Bakışları gibi ibadet ediyordu. Sarayın efsunu beni korkutuyordu rengârenk düşle örtülü kapılarından geçerek büyülü gözlerine baktım. Gözleri siyah, kocaman. Sonunda sır perdesi kalbim gibi parçalanınca dağın ötesinde yürürken, patikada yol aldığını fark ettim, birde kelebeğin ışık içinde kanat çırpınışı.

Güzel!

Güzelliği dağa yansımıştı. Dinginlik içinde ılgar atlar Melkişah’ın yemyeşil otlaklarında otlanırken, tane çimenlere güneşin ilk ışıkları yavaş yavaş yansıdı. Sakin, tevazu içinde baktım. Sesim soluğum kesildi. Bir sana, bir Melkişah’a baktım. Sessizce yaklaştım. İki kutsal dağ arasındaki yamaçta oturmuştum. Gözlerinle Melkişah’ı süzüyordun hüzün içinde taparcasına. Yanına vardım, kan-ter içinde. Yüzünde hüzün, uzaklara baktın bu kez. Melkişah’ın toprak kokan havasını içine çektin. Melkişah gibi sende suskunluğu yeğlemiştin.

Yanındaydım.

Konuş bir şey söyle.

Bir şey söyle bana.

Dedim ya, bir şey söyle.

Seni dinliyorum.

Bu yüzden hüznü üzerinden at, yüzüne eskiden olduğu gibi gülme taht kursun.

Yüzüne buğulanmış bir hüzün, sadece düş görmeni engeller.

Seni dinliyorum.

Göz rengine baktım. Sonradan yüzüne. Yüzün giderek Melkişah’a benzedi. Yüzün aydınlandı. Adın gibi oldu yüzün. Peki gözlerin? Gözlerin dağın zirvesinde yıldızların aldığı parlaklık kadar parlaktı. Gözlerine baktım, baktım, baktım. Doymadım, bu sefer baygın baygın baktım. Öyle yakındı ki bana. İçinde gezdiğimiz yerlerde geride bıraktığımız ayak izleri ve umut vardı. BİR DE NEDİR! Nehrin akıntısına kapıldım. Bir bir kıyılarında izledim iç dünyanı. Soluk almadan baktım. Kendimi gördüm içinde. Bütün düşlerimle içindeydim. Gezgin oldum, dolaştım aç sefil. Oturup seyrettim bu tılsımı. Ayaklarım yerden kesildi. Dağ doruğun, kuşlar, çiçekler dile gelmeye başladı. Suyun, ormanın fısıltısı toprak kokusuyla harmanlandı, eğilip kulağıma sırrı fısıldadı. İşte sır! Zümrüdü Anka acı içinde akdi Kaf Dağına taşıyınca içimde fırtınalar koptu. Gözlerin bütünüyle tılsım kesildi. Büyülendim, sonradan toprak oldum.

Saçların

Saçların kapkara. İpeksi.

Melkişah’ın şafağında örülmüş ilmek ilmek.

Ellerin ince pürüzsüz ve yumuşaktı.

Kuşkusuz ellerine dokunup hüznümü gidermek istedim, sonra gözyaşlarından bir katre avununca akıtarak içine dalmak istedim.

Sırlı kapılardan o rengârenk mintanını giymişti. Siyah saçlarını taramıştın. Seni bu halle gördüm. Mintan Melkişah’ın rengiydi. Göz alıcıydı. Uzun, narin boyuna güzel oturmuştu.

Güneş kadar parlak

Gökyüzü kadar mavi

Su kadar berrak

İlhamımı aldığım zenginlikteydi.

Dudağın kenetlenmişti.

Dudağın bilur’un sesiyle aralandı. Tebessümle aralandı iki ucu. Bir türkü o, iki ben. İki dağın masalını anlatmak istercesine duruyordu. Bilurvan dokurdu türkümün sözleriyle benleri. Eğilerek baktım benlere. Masum uyum içinde duruyordu.

Suskundum!

Ben ne yaptımda suskunluğu seçtin?

Benim asla istemeyeceğim bir şeydi suskunluk.

Suskunluk büyülü gözlerinde tezat içindeydi.

Ama suskunluğun bütünüyle düşseldi.

Melkişah’ın yarasıydı suskunluk.

Suskunluğuna elimdeki hançerle dokundum, her şey tuzla buz oldu.

Ben ne yaptım?

Allah kahretsin, ben ne yaptım. Artık çok geç.

Sen Melkişah’ta suskunluğu seçerek düş örüyordun, siyah saçlarını ördüğün gibi… Melkişah seni düşündü, biliyorum! Sen Melkişah’ta sonsuzluğa dek düşselliğin içinde bir güzel saçlarını tarayarak ve bu kez kırmızı mintanını giyerek gelecektin pınarın başına.

Melkişah’ın suyu soğuktur.

Ellerinle bana bir taş verir misin? Elinde içeceğim suyuyla kalbimi, kalbimi parçalamak istiyorum.

Bir tas içeyim! Ne olur bana bir tas su ver.

Sadece bir tas! Bir tas Melkişah suyu. Sonra yamacı konuşmadan bana gösterdin. Hiç görmeyeceğim yamacı gösterdin. Benim olacak o dağ. O yamaç. Uzaktan baktığımda yüreğim kokardı. Yeryüzünün o güzel dağına biran evvel erişmek istedim. Efsanelerin yazıldığı dağ! Melkişahlıyı gördükten sonra bütünüyle hüznü bir kenara ittim. Bir daha izin vermeyeceğim istila etmesine.

Melkişahlı kadın!

Melkişahlı…

Beni mi çağırdın?

Evet, evet.

Şu aşağıdaki köy sizin mi?

Ben o köyde doğdum, büyüdüm. Şimdi kimsesiz. Orada birilerinin kalıp kalmadığını bilmem olanaksız.

Terk mi ettiniz?

Hayır, hayır! Onun için buradayım.

Yoksa… Baksana ne kadar yalnız. Yalnızlık ürkütücüdür.

Buraya gelmem gerekti. Vadiler, yamaçlar, pınarlar, ağaçlar ve kırdaki tüm çiçekler benim birer parçam. Burada düş kurarak büyüdüm. Sonra yaz gelince çıktım. Düşlediğim yerden bakıyorum Melkişah’a. Dağlar, ovalar, küçük pınarlar gördüm. Sırtımı dağ yamaçlarına dayadım. Kâh korkulu gözlerle derin uçurumları, kâh yıldızları izledim gecenin ay ışığında. Melkişah’ın yalnızlığı ile iç içe geçen soyluluğuna hem üzüldüm, hem mutluluk duydum. Buranın güzellikleri yüreğimde taşıdığım ilahi güzelliktir. Coşkuluyum! Yüreğim Kabarıyor, içim içime sığmıyor. Tanrısal sevgiye dönüştürüyor, hatta aşka! Çiçekler, bitkiler, yapraklar parlıyor gün biterken, bende sırlarına ortak oluyorum. Asıl içimdedir sevgisi. Tek bir söz yetmeyebilir Melkişah’ı anlatmaya. Gözlerimde Melkişah’ı büyüttüğüm için mutluyum. Bana tuhaf gelmedi hiçbir şey. Asla bırakıp gitmeyi düşünmedim.

Burası Melkişah.

Sizin köyünüz.

Sevdiklerinde orda

Ayağım beni çeke çeke getirdi. Düşlerimde! Güneşi, ayı, yıldızları, bulutları, yağmurları, suları, bir başkadır. Bilcümle buraya ait ne varsa bizden sayılır, hiçbirinden uzak kalmadım, hep bir adım ötesini düşünerek düş kurdum. İçimdekini gün gün büyüttüm büyüttüm de geldim. Tıpkı annesine düşkün çocuk gibi. Benim için anlatılmaz bir his. Melkişah olmasaydı bu kadar dolu geçmeyecekti hüzünle dolu yaşamım. Bu kadar yakın, göz alıcı, bambaşka olması başlangıçtır. Yaşamım kelamıdır. Güldüğüm, oynadığım, sevdiğim, vadilerinde koştuğum, huzur bulduğum yer. Atlar, inekler, eşekler, koyunlar, tavuklar, kuşlar, ağaçlar, tarlalar beni bırakma dediği gibi bende fark etmedim Melkişah’ı. Taştan evler şu gördüğün birkaç kavak ağacı benden izler taşır. Çocukluğumda gaz lambasının loş aydınlığında geçti. Doğduğum yerdeyim şimdi. Köyüm içimde bir çocuk gibi nefes alıp veriyor, onun için yaşıyor, onun için seviyorum, onun için mutluyum. Nasılda mutluyum bilemezsin!

Öyleyse seni düşünmemi düşünüyorsun.

Ne dedin!

Kaç yıl önce seni görmüştü?

Peki, peki!

Şaşkın, bir de utangaç!

Utangaç mı dedin.

Öyleydi.

Şimdi senin adına her sabah şafak vakti dualar okuyarak hayat hikâyeme uzanan yok. Yürümeye çalışıyor. Senden söz ediyor, güzelliğini, soyluluğunu anlatıyor. Yıldızlara avuç açarak durmadan niyazda bulunuyor. Bir gün şifa bulacağına inanıyor. Unutamıyor seni.

Unutmaz o beni, çünkü o da benden izler taşıyor.

Unutamıyor siyah lepiska tel tel saçlarını, gözlerini, burnunu, kaşlarını. Derin iz bırakmış kanlı kalbe.

Yürek acısı işte. Acısı dinmeyecek. O! Senin için dağ yollarına düştü. Tan rüzgârını dağların yamaçlarındayken yanağında hissetmiş, o Gülpembe yanaklarındaki hüzün onunda yüzüne sinmiş, baştanbaşa yeis içindedir. Sırtını tıpkı senin şu an sırtını siyah taşa dayadığın gibi dayamış, gece gündüz dua okuyor. Duaları arşa yükseliyor. Senin onun dualarına ihtiyacın olduğunu bilerek yetişmek için kâhinlerden, iskambil falcılarından muskalar yaptı. Müneccimlere, hekimlere, yaşlı bilge kadınlara, masal anlatıcılarına sığındı, üstelik kahır üstüne kahır çekti. Sırf şifa bulmak için durmadan geziyor.

Tek söz etmeden günün birinde çıkıp geleceğini düşünemiyordum. Hüzün içinde kaldığımda ona ne söylemeliyim ki? Söylediklerinden, söylediklerinden sarsılmış durumdayım. Ruhumun derinindeki hüzünde oda payına düşeni aldı. O ardında neler çekti neler. Onu da biliyorum. Başka söze hacet var mı? Birde içimdeki boşluğu dağların zirvelerinde Melkişah’ı izlerken doldurdum. Şimdi tüm yüreğimle dağların zirvelerine erişmek istiyorum. Soyluluğa. Bu dağın soyluluğu dile gelse anlatsa… Kendimi bu dağın zirvesinin aynasında daha soylu, daha güzel buluyorum.

Güzel mi buluyorsun?

Geriye dönüp dağın zirvesine bir bak! O zirvedeki kar ne kadar beyazsa ve masumiyetiyle dağı sarmışsa bende kibire kapılmadan söylüyorum.

Onu bende gördüm, o senden uzak yaşayamaz. Sırtında çantası mavzeriyle düş yolculuğunda.

Gördün mü sahi! Acılarından kanlı gözyaşlarından kurtulmalı diye diye gün be gün eriyor, bir rüyaya kapılıp gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Demek gördün onu. Onun uçurumu galiba Melkişahlı.

Onu bende gördüm itiraf etmeliyim ki hüznü onda da görünce şaşırdım. Yalan dünyada bu hüzün ahu gibi yüreğimize çöreklenmesine ne denilebilir ki? Daha önce buradan çıkmam lazımdı, artık Melkişah’ın yamaçlarında oturarak zamanı tüketeceğim. Her gün bunu yaptığım için başka bir şey düşünemiyorum. Gece uykularımda Melkişah ortak olsa da içime tatlı bir esinti doluyor, toprak, taş, su gördüğün otlar nasıl rüzgârda üşüyorsa bende üşüyorum, ruhum üşüyor, hüzün beni üşütüyor, içimdeki esinti bir türlü gitmiyor. Dağ bana ben dağa bakıyorum, üstelik esinti dağdan eserken, hem cennetimizi hem cehennemimizi hazırlıyor. Sonra sabah uyandığımda beklemeye koyuluyorum ondan gelecek habere.

Sessizlik!

Sessizlik üstüne çöktü! Uzaklara dalarak sabah güneşinin büyüleyici etkisinde kalmanın hafifliğiyle uçan kelebeği izledi. Esen rüzgâr tane otları okşayabildiği kadarıyla mağrur gözlerle kelebekle güneşim sıcaklığında azar azar yanıyordu. Aşağıda koyun otlatan çobanın çaldığı bilur Melkişahlı kadının dağ hikâyesini dile getiriyordu. Dağ hikâyeleri büyülüyor.

Söyledim ya hüznümü yalnız dengbejler dile getirebilir. Çoban bilmesi gerekeni bir dengbejin yumuşak kadifemsi sesiyle, vadilerde, yamaçlarda türküyü söyleyebilir. Hikâye dağa dönüşür, dağ dile gelir. Sonra suskunluğa gömülür. Ve sonra bilurla dile gelen sözler tane tane parçalanan kalbe nakşeder sabah Melkişah’ta.

Ben biliyorum!

Gerçeği söylemek gerekirse yapmak istediklerimi burada çobanın çaldığı bilurla yapmak istiyorum. Kendi içimde her gün biraz daha erirken bilurla dile gelenlerle yâre nasıl yandığımı hep erteledim. Öykümü anlatamadım. Dağ, doruklar, vadiler bihaberdi söylenenlerden. Duymak istenilen ise, benim ağzımda gece gökyüzünde parlayan asılı durmakta olan yıldızlara fısıldadı bilurvan. Böylelikle iki çift gözlerinin esiri oldum. Gözlerin iki mermi.

Şimdi yanında olduğumu biliyorum. Hissediyorum varlığını. Rüzgâr sesimizi durmadan fısıldasın Melkişah’ın gecelerine. Geceyi dinlemek için kulak kesilmek yeter. Adımızı taşıyacak Kaf Dağının ötelerine. Rüzgârın sesine kulak verirsen sende duyarsın ne fısıldadığını. Onun gönlünde nasıl tutunduğunu anladın değil mi? Onun o şekilde yer edinmesi rüzgârın fısıltısıyla ilgili. Şimdi uzakta değil, yüreğimdedir, yüreğimde bana baktığını biliyorum. Yüreğim açık. Bir daha kapanmayacak rüzgârın getirdiği sese.

Dağ ortak

Acı ortak

Söz ortak

Acı vermez bana bir şey. Çoktan acıyı def ettim. Günün birinde geriye dönüp bakarsan acının içinde olduğuna dağa inandığım gibi inanacağım. Tebessümlerimde, duygularımda, sevgilerimde, gülüşlerimde, umutlarımda, düşlerimde acıya son vereceğim. Belki bu şekilde acılar zamanla tükenir.

Acılar tükenecek! İçimde birikenleri acıdan. Ah, yüce Tanrım sen beni acılardan uzak tut. İnanır mısın Tanrının acıları uzak tutacağına! İlk kez rüzgâr geceye fısıldadığında acının azar azar tükeneceğine inandım. İlke kez acının parçalanacağına kanaat getirdim. Sabırla her şey hal yoluna girecek. Acı yaşamamalıyım. Parçalamalıyım kendimde acıyı! O parçalar yıldız külü gibi dağılacak rüzgârda. Acım bittiğinde koca dağ bana kalacak. Böylelikle yolculuğumun ilk adımı olacak. Söz parlayan yıldızlara dönüşecek.

Gökte parlayan yıldızlar.

Ağaçta sallanan yapraklar.

Bedenimi ay nurlu kılan Tanrı sesimi işitecek beni duyacak. Tanrı sesimi işitecek! Her an her şey olabilir. Belki hüzünde yok olacak. Hüzün yok olursa dağ düşü benim en sağdık yoldaşım olacak. Onun için dengbejin türküsünü unutmamalıyım! Unutmayacağım dengbejin söylediği türküyü.

Gecenin zifiri karanlığında onu izledim dağ patikalarında. Onun gibi yürüdüm dağ yollarını. Bana baktığında bende baktım gözlerine. Bakışları patika gibi dolambaçlı değildi. İçtendi, candandı. Dağa yürüdük, dağ yolu düş yolunun üstündeydi. Patikanın kıvrılışı bana uzakları hatırlatsa da uzaktan bir fener gibi dağın karlı zirvesinde parlıyordu. Dağın ışığı! İçimde yandı. Kor haline geldi. Işığı takip ede ede yol aldım.

Yamaçta rüzgâr uğultuluydu. Karmaşık bir uğultu. Aşağıda ince, narin kavak ağaçları eğilip, rüzgâra itaat edercesine toprağa eğiliyordu. Dağınık, gürültü içinde şarkının sözlerini mırıldana mırıldana vadiden geldiler. Dağın ışığı parladı, ışık… Gözleri gibi parlıyordu.

Tek sıra halinde.

Sırtında çanta.

Geliyorlar.

Demek geliyorlar!

Evet evet! Baksana ne kadar şendir. Kayıtsız değil, meraklı. Yüzüne tebessüm işlenmiş. Hüznü bir kenara itmelisin. Gelenlerin içinde en güzel haberle sana geliyor.

Onu görmeliyim, hemen!

Kayıtsız kalmamalıyım. Duyduğuma göre yüzü hiç gülmezmiş. Hüznü ölmekte olan birinin yüzüne sinen soluk hakimmiş. Onu göremiyorum. Peki nerede!  Onun kalbini dengbejin sesi ile parçaladığım gibi hüznünde parçalamak istiyorum.

Yamaca çıktığında söylediklerini ona yapabilirsiniz. Yüzü tıpkı senin yüzün. Ama sen tanımadan önce o seni bilirdi, hüzün sizi birleştirdi.  Bu Yazgıdır. Tanrının buyruğu bu.

Şafağa kadar bekledim. Daha fazla bekleme gücüm yok. Şafağın aydınlığında bir insan ne hissederse bende o duyguyu hissettim. Yüzü ve gözleri şafağın ışığıyla içime işledi. Gözleri beni buraya taşıdı. Başka ne isteyebilirim ki?

Mutluyum!

Dağların kuytuluklarında akşam batan güneşle dengbejlerin makamında türküleri fısıldayarak düşlerimizin peşinde patikalara düştük. Düş bizi güzel kıldı. Bunu söylemek için Melkişah yamaçlarına çıktık. Gece ellerimi açarak dua okudum. Tanrı iyilik verecek! Huzur verecek! Tanrı kanlı gözyaşlarımızın dermanı olacak! Gözyaşlarımız dinecek! Hep benim için dua etmeni istiyorum. Senin dualarına ihtiyacım var. Dualarını benden esirgememelisin. Musa asasıyla Kızıl Denizi ikiye böldüyse sende öyle yap! Bu kez şüphe etme, inan bana. Antares yıldızı iki dağ arasında parlamaya yüz tutunca dağ düşleri hayat bulacak. Sen Melkişah’a bak ve yüreğin paramparça oluncaya kadar gül. Üzülme! Dağ zamanlarındayız. 

20 EKİM 2014

Sinan BÜLBÜL

E-Tipi Cezaevi

D-2 Ümraniye / İSTANBUL