“BEN KENDİM ÖTEKİ” HAKKINDA TUTSAK YAZAR LEYLA ATABAY İLE SÖYLEŞİ

YENİ YAYINLANAN KİTABI “BEN KENDİM ÖTEKİ” HAKKINDA LEYLA ATABAY İLE SÖYLEŞİ

AYHAN KAVAK: Söyleşiye başlamadan önce yeni yayınlanan eserin için tebrikler. Sorgulanmaya tabi tuttuğun insanın(insanların) varoluşsal duruşu, etik-estetik, ahlaksal yaklaşımlarını ve iyiliğin, kötülükle hemhalleşen iktidar karşısındaki konumunu derinlikli, çarpıcı tespit ve analizlerle başarılı bir irdelemeden geçirmişsin. Yaptığın soruşturmayı 21 başlık altında gerçekleştirmişsin. Ders çıkarılması gereken önemli saptamalar var. Aynı zamanda bunun içeride yazılmış olması ve felsefi boyutu başat olduğundan kimi sorular soracağım:

AYHAN KAVAK- Soru 1: Kitabın muhtevasıyla örtüşse de soracağım. Kitabına neden “Ben Kendim Öteki” adını verdin? Niye “Ben Kendim Öteki”?

LEYLA ATABAY- Cevap: Öncelikle teşekkür ediyorum. İnsan kendi üzerinde düşünümde bulunan tek varlık. Ben ve kendim olarak yaşadığı, bu bölünme, bir refleksiyon, bir kendi üzerine düşünüme temel oluşturuyor. İnsan dene varlığın mucizesi budur, işte. Kendi üzerine düşünüm, ikinci doğa dediğimiz insan dünyasının temelidir. Bu dünya etiğin, estetiğin bilimin kısacası her türlü anlam olanağının keşif ve inşa dünyasıdır.

                Kendini bilmek! Bu ne demektir? Veya ben kimim? Kendini bilmek çabasında olan ile bilinmesi gereken aynı kişidir. Soruyu soran da cevaplayan da aynı kişidir. Dahası “kendim”, “ben” e göre öteki iken bir de kapalı zihin dünyamızın dışında kaldıklarını varsaydığımız öteki varlıklar (insanlar, hayvanlar, şeyler) var. Ben ve kendim arasındaki mesafe ile ben ve öteki arasındaki mesafe bazen çok uzak bazen de ben ve kendim arasındaki mesafeden daha kısa olabiliyor.

                “Fark” olmadı mı varlık da olmuyor. Öte yandan fark düşmanlığa, nefrete, savaşa kısacası kötülüğün özünü oluşturan her türlü duygu ve fikre zemin yapılan noktadır.

                Fark sayesinde insan kendi üzerine düşünümde bulunabiliyor. Ben, Kendim, Öteki beraberce oluşturuyoruz, insan dünyasını. Beraberce bozuyor, yıkıyor, yaşanmaz hale getiriyoruz. Oysa dünyadaki geçici yolculuğumuzda kendimizi gerçekleştirmemiz için olanaklar kısıtlı, ağırlığımızı da koruyarak beraberce yan yana yol almayı gerçekleştirdiğimiz de hem olanakları hem de zamanı çoğaltacağız.

AYHAN KAVAK-Soru 2: Karanlık ve aydınlık yönüyle insanı ve eylemlerini irdelerken, felsefe, “toplum bilim, etik, ahlak gibi birçok disiplinden yararlanmışsın. İnsanı anlamak niye bu kadar zor?

LEYLA ATABAY- Cevap: ‘İnsanı anlamak niye bu kadar zor?’ sorusuna verilebilecek cevap ancak şu olabilir: “Çünkü insanı anlamak zor!”

AYHAN KAVAK- Soru 3: Platon’un hem çıplak hem de iki ayağı üzerinde yürüyen tek yaratık olduğunu öne sürdüğünü duyan Diyojen, tüyleri yolunmuş bir tavuğu sınıfa getirip “İşte Platon’un insanı” diyerek ortaya salmasının ardından Platon bir daha insanla ilgili o tanımı yapmaz. Yine de sayısız filozof ve düşünür mottolaşmış insan tanımları yapmışlardır. “Politik hayvan”, “Her şeyin ölçüsü”, “Sorgulanan Hayat”, “Öz bilinç” bazı belirlemelerdendir. Bir cümlede insanı nasıl tanımlamak istersin?

LEYLA ATABAY- Cevap: Tanımlanan da insan tanımlayan da! Belki bu soruyu insana değil de insan olmayan bir varlığa sormalı. Hayvanların dili olsaydı da konuşsalardı! Evet, tanımlanan da tanımlayan da aynı varlık olunca işin içinden çıkılamıyor.

                İnsana dair çok fazla tanım yapılabilir. Schopenhauer “hayvanlar mükemmeldir” diyor. Hayvanlar içgüdüleri sayesinde doğar doğmaz nasıl davranacaklarını bilirler. Ama insanlar, artık, doğanın ona yüklediği bir fazlalık mı veyahut eksiklik mi diyelim, hayvanlardan farklı hatta belki derece olarak bir zerrelik diyebileceğimiz bir farkla doğarlar. Kendi üzerine düşünümdür bu fark. Bu durumda insan doğduğu andan itibaren tüm evrene yöneltilmiş bir soru işareti gibidir. Anlamadığı bir bilinmezler evreniyle yüz yüzedir, doğar doğmaz. Tüm varlıklar kendilerini dünyaya ait hissederlerken, insan hem bu dünyalıdır hem de dünyaya olabildiğince yabancıdır. Bu tuhaf hal, o ve evren arasında bir uyumsuzluk olarak bir ömür boyu bırakmaz yakasını. O yüzden insanın tüm çabası bu uyumu sağlamaktır. Uyumu sağlamak için de evreni kendileştirir, insanlaştırır. Evrenin içinde bir toz zerresi gibi olmasına rağmen, kendi üzerine düşünüm yetisi sebebiyle sonsuz evreni idrak edebilir.

                Sonsuzu sonlu da içerimleyebilen insan denen varlık için haliyle sonsuz tanım yapılabilir. Sanırım yapacağım tanım şu olur; insan sorudur.

AYHAN KAVAK- Soru 4: “Ben Kendim Öteki”de çocukluk anılarından, mesel ve kıssalardan, kitaplardaki anlatılardan, mitsel hikayelerden vd. birçok deyişten yararlanmışsın. Yaptığın bu felsefik soruşturmaya derinlik, tamamlanmışlık ve akıcılık kazandırdığını düşünüyorum. Gene de kurguladığında böylesi anlatılar kolaylaştırıcı oldu mu?

LEYLA ATABAY- Cevap: Felsefe ile hayat bir ve aynı şeydir. Bir insan çocukluk anılarını, ana ve atalarının sözlerini, mesellerini, masallarını, öğütlerini hatırlamaya çalışırsa, ilk felsefik bilgileri daha o vakitler aldığını anlar. İnsanın ne olduğuna dair tanımlar, doğa olaylarına dair açıklamalar, ilk Tanrı kavrayışımızın tohumları, benlik, ölüm, yaşlılık, sevgi, iyilik, kötülük vb. kavramları bu dönemde öğrenmişizdir. Bana kalırsa nenelerimiz, dedelerimiz, anne ve babalarımız birer diplomasız filozoftur.

                Platon insan ruhunun ölümsüz olduğunu ve doğmadan evvel idealarla doğrudan bir ilişki içinde olduğumuzu söyler. İdeaları veya Tümel doğruları hatırlamaya çalışarak, duyu organlarımızla algıladığımız ve kanılarımız sebebiyle sürekli yanılgılar yaşadığımız bu dünyada, hakikate yaklaşabilir. Kısacası insan ideaların bilgisine zaten doğmadan evvel sahiptir. Yapacağı şey bunları hatırlamak ve bunların ışığında doğru bir yaşamın sahibi olmaktır.

                İdeaların bilgisine doğmadan evvel sahip olup olmadığımızı kesin olarak bilmek mümkün olmasa da ben, çocukken, bunları zaten şu veya bu şekilde öğrendiğimizi düşünüyorum. Küçük bir çocuğa kötülük aşılanması hem zor hem de insanım diyen birinin yapacağı bir şey değildir. Dahası ömrümüz boyunca hem iyiliğe hem de kötülüğe dair birçok şey öğreniriz. Her insan yanlış bilgi ile zehirlenmediği sürece iyiliğin ne olduğunu bilir. Bu durum da “hatırlamak” edimi çocukluktan itibaren öğrendiğimiz, sezdiğimiz arayışında olduğumuz ideaları bulmamızı sağlayacaktır. Her insan bu anlamda kendi öznel tarihinin ve deneyiminin peşine takıldığında hem bir hatırlayış hem de her hatırlayışta yeni bir keşif yaşayacaktır.  

AYHAN KAVAK- Soru 5: Steven Bico, “Ezenlerin elindeki en güçlü silah, ezilenlerin aklıdır” der. Aklını ezenlere peşkeş çekmiş insan nasıl yeniden ayağa kalkabilir? Bunun için nasıl bir katharsise ihtiyaç vardır?

LEYLA ATABAY- Cevap: Bu konuda insanlık tarihinin başlangıcından beri çok şey söylendi yazıldı, çizildi. Ben “tefekkür” denilen insani faaliyetin yeniden gündemleştirilmesinin önemini vurgulamak istiyorum. Oysa modern insan, her nedense (!) tefekkür etmeye vakti olmayan insandır.

                Doğal toplumlarda boş zamanın olmadığı kanısı yaygındır. Doğanın çetin koşullarıyla her an bir mücadele, insana boş zaman bırakmaz. Boş zaman yoksa tefekkür etmeye de olanak yoktur. Hadi bunu kabul edelim ve doğal toplumların yaratımlarını, anlam ve kültür dünyalarını bir tarafa bırakalım, peki günümüz dünyasının sunduğu her türlü teknolojik imkana rağmen neden tefekkür için bir saniye bile vaktimiz yok? İnsanın kendi yaşamını, varlık gayesini, anlamını, maruz kaldığı baskıları vs. sorgulaması için gereken o boş zamanı neden bir türlü elde edemiyoruz?

                Pragmatizm, düşünme faaliyetini ancak maddi bir getirisi olduğu taktirde hoş görüyor. Salt pratikçilik tahakküm kurma programlarının temel anlayışıdır. Bu anlayış, düşünmek, fikir yürütmek, hakikatle mesafeyi azaltmak çabalarını gereksizleştirir. Aşırı pratikçi yaklaşım insanların düşünme yetilerini en az korku kadar felç eder ve insanı kullanma, kullanılma özelliği bağlamında şeyleştirir.

                Tefekkür hem düşünme yetisini felç eden egemenler tarafından çeşitli yöntemlerle bloke edilir hem de varoluşsal kaygıyla, dünyaya olan yabancılığıyla yüzleşmekten korkan insan denen varlığın uzak durduğu bir faaliyettir. Bütün boyun eğişlerin kökeninde yanlış bilinç ve korku vardır.

                Heidegger’in deyimiyle söylersek insan hergünkülük içinde yitmiştir. Dahası hergünkülük içinde çoğu vakit “şöyle düşünüyorum”, “böyle düşünüyorum” ile başlayan cümleler kurarız. Ama gerçekten düşünüyor muyuz? Bu düşüncelerin ne kadarı bize ait?

                Varlık nedir? Ben neyim, kimim? Hayatın anlamı nedir? İyi nedir? Güzel nedir? Ölüm nedir? gibi en temel soruları kendimize sorarak bir tür arınma işlemi başlatabiliriz sanırım. Sokrates’in her bir kavramı, her bir doğru bildiğimiz bilgiyi en sade, hakikate en yakın haline getirene kadar yaptığı sorgulamaya benzer bir sorgulama. İhtiyacımız olan ilk şey bu sanırım.

AYHAN KAVAK- Soru 6: 21 Başlık altında yazdığın kitabında en çok zorlandığın bölüm neydi, neden?

LEYLA ATABAY- Cevap: Kitabı pandemi döneminde yazmıştım. Dünya büyük bir salgınla, bir sınır durum ile yüz yüzeydi. Özellikle salgının ilk döneminde uygarlık dünyası bir anda sarsıldı, nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğu anlaşıldı. Böylesi zamanlarda yaşayakalmak tek amaç olur. Kitapta bir bütünen, insan olmanın asıl böylesi zamanlarda sahiplenilmesi gereken bir kimlik olduğunu da anlatmak istedim. “Kimlik” diyorum. Zira insan olmaklık doğuştan edindiğimiz bir kimlik değil. Bu, zamanla gelişen ahlaki yönümüzle ilgili bir durumdur. Ve bu kimlik esas sınavını savaş, doğal felaketler, kıtlık gibi sınır durumlarda verir.

                İnsanlık ve üyesi olunan toplumun ağır bunalımlarla boğuştuğu sınır durumlar, insan ruhunun sınandığı zamanlardır ve bazen tek bir insan tüm insanlığı temsil eder, tüm insanlığın onurunu tek bir ahlaki eylemle koruyabilir.

                Pandeminin yol açtığı acılar dinmeden deprem felaketi yaşandı. Bir depremzedeye uzanan tek bir insan eli tüm insanlığı temsil ediyor. Dileğim, isteğim onlara yapılan yardımların devamlılığıdır. Unutulmamalarıdır.

                Kitapta, yazarken en çok zorlandığım bölümler ölüm, savaş hali, yaşlılık bölümleri idi. Özellikle yaşlılık. Zira o bölümü yazmaya karar vermemin yetmiş sekiz yaşındaki bir dedenin intihar ettiğini duyduğumda yaşadığım şaşkınlığın ve dehşetin yol açtığı sarsılmadır. Aynı odada olduğumuz bir arkadaş bu yaşlı akrabasının intiharını anlatınca uzun süre sebebini sorgulamıştım. Yaşı itibariyle ölüme bu kadar yakın bir insan neden intihar eder? Son yıllarda sık sık yaşlıları katleden evlat veya torun haberleri yer alıyor basında. Altın bileziği için, nenesini öldüren torun, babasının birkaç kuruşunu almak için öldüren evlat.

                Cinayetlerin altında yatan zihniyet; yaşlıların çoktan ölmesi gereken, bir ayağı çukurda insanlar olarak görülmesidir. Gereksiz varlıklar haline gelmiş olmalarına rağmen hala yaşamayı sürdürüyor olmaları bir suçtur. Gençlerin payını gasp etmedir. Hız çağında yavaş olana yer yoktur. Kapitalist modernitenin kutsalları hız ve enerjidir. Yaşlılık istenmeyen, görünmemesi gereken işlevsel bir bozukluktur. Yaşlılar bakım evlerine hapsedilerek toplumdan soyutlanır. Yaşlı insanlar birer yük, bireysellik dünyasında birer fazlalık olarak görüldüğü için terk ediliyor, yalnız bırakılıyor, hükümsüzleştiriliyor. Yetmiş sekiz yaşındaki bir insanı intihara götüren; yitirilmiş sevgi, hürmet, varlığının bir değeri ve anlamının olduğuna duyduğu inançtır. Ve bu durumdan her birimizin sorumluluğu olduğu unutulmamalıdır.

AYHAN KAVAK- Soru 7: New York’taki Bronx Hayvanat Bahçesi’nde, primatlara ayrılan kısımda daha kalın parmaklıklarla çevrilmiş bir kafes bulunur. Kafesin üzerinde “Dünyanın En Tehlikeli Primatı” yazar. Kafesin içine bakıldığında aynalardan suretimiz görünür. Kafesin altına iliştirilmiş açıklamada da insanın, bilinen tüm hayvan türlerinin yok ettiğinden fazla türü yok ettiği ibaresi yer alır. “Dünyanın En Tehlikeli Primatı”nın yol açtığı tahribatlar dünyayı ve yaşamı geri döndürülemez mecralara ulaştırdı. Bu yok edici güçle nasıl hesaplaşılmalı? Doğa-toplum uyumu nasıl doğru temellere oturtulabilir?

LEYLA ATABAY- Cevap: İnsanın doğayla ilişkisi eline balta almış kendi evinin duvarlarını içeriden yıkmaya çalışan bir çılgının durumu gibi. O ev yıkılıp ona mezar olacaktır. Veya içinde bulunduğu gemiyi sırf ısınmak için oduna ihtiyacı var diye hırsla baltalaması gibi, doğayı dünyayı yani evimizi yok ediyoruz. Ne yazık ki savaş, doğal felaketler, ekolojik yıkım da bir duyarlık veya ders çıkarma ile sonuçlanmıyor. Pandemi döneminde herkes doğaya verilen zararın, dünyanın gelmiş olduğu halin nedenlerine dair birçok şey söyledi. Fakat hemen ardından kalınan yerden devam edildi.

                Bir hayvan, mesela bir aslan acıktığı vakit avlanır. Karnını doyurur. Karnı tokken etrafında ceylanlar cirit atsa umursamaz. İnsan ise o ceylan sürüsünü yok etmeden duramaz. Güya bu durum insanın yarınını düşünmesi biçimindeki tedbirliliğine bağlanır. Peki, yarınımızda şu büyük hırsla tükettiğimiz doğa yok olmayacak ve onunla beraber biz de yok olup gitmeyecek miyiz? Bu durumda “dünyanın en tehlikeli primatı” aslında kendi ayağına sıkan ve kendi varlık koşulunu da yok eden bir akılsızlık örneği oluyor.

                İnsandaki karanlık yana karşı duran bir ışık var her daim. Bunu bir iyimserlik olarak tanımlamaktan ziyade, insandaki tanrısal, mucizevi yan olarak görmek gerek. Aksi halde yaşamak, anlam üretmek de mümkün olmuyor. Aynada yansıyan biziz! Oysa her birimiz kendimizi dışında tutarak bakıyoruz, değerlendiriyoruz. Kendimizi ontik açıdan yabancı hissetsek de bu dünya, bu doğa bizim yuvamız, evimiz. Hesaplaşma, yine kendimizle yapmamız gereken bir meseledir, faturayı ötekine yükleyebileceğimiz bir durum değildir. Zira öteki de yine biziz.

                İnsanlığın büyük çoğunluğu doğayı yuvası olarak yeniden idrak ettiği vakit doğayla uyumu yakalamanın yol ve yöntemleri kendiliğinden gelecektir. Ve umarım çok geç kalmayız.

AYHAN KAVAK- Soru 8: “Savaş Hali” başlığında ahlaki anlamda özgür olma zorunluluğuna değinmişsin. Bu hususu biraz daha açımlayabilir misiniz?

LEYLA ATABAY- Cevap: Savaş hali, insan aklı ve ruhu açısından bir felç sürecidir. Vicdan ve ahlak şu veya bu bahanelerle askıya alınır. Yaşayakalmak tek amaçtır.

                Ahlaki olarak özgür eylemde bulunma ve davranma yetisi elinden alınmış insan insanlığını yitirmekle yüz yüze kalır. İyi insan ahlaki anlamda özgür olmak zorundadır. Koşullara göre değil, koşullara rağmen özgür olmalıdır. Yani ahlaki bir karar verirken güruh psikolojisinden, yanlış bilinç oluşturan fikir bombardımanından, ideolojik zehirlenmelerden, elinden geldiğince kendini arındırarak hareket etmelidir.

                Savaş, doğal felaket, kıtlık dönemlerinde ahlaki eylemde bulunma cesaretini göstermek ahlaki insan olmanın gereğidir. Pasif anlamda, sadece düşüncede ve normal, risksiz koşullarda iyiliğin taraftarı olmak değerlidir ama asıl ahlaki tavır ve eylem sınır durumlarda gösterilen cesaretle açığa çıkar. İnsan koşullara teslim olup koşulların elinde bir oyuncağa dönüşürse o halde “insanım” deme onurunu sağlayan özgürlükten vazgeçilmiş olur.

AYHAN KAVAK- Soru 9: Yaşam olanla olması gerekenin iç içe olduğu bir akıştır, belirlemesinde bulunmuşsun. Birlikte süren bir akış ise tahayyül edilen toplumsal yapılanmaların, nihayetinde hep eksik bir tarafı mı olacak? Veya arazlı bir tahayyül de barındıracak bir durum mu olacak?

LEYLA ATABAY- Cevap: Mevcut olan olsun, tahayyül edilen olsun tüm toplumsal yapıların hep bir eksik tarafı vardır, olacaktır. Tanrı gibi kusursuz bir varlık olsaydı insan, o zaman mükemmel bir toplumsal yapı işten bile olmazdı! İnsanın en büyük yanılgısı mükemmeli elinde tutabileceği yanılgısıdır. Mükemmel ideoloji, mükemmel toplum, mükemmel sistem. Ve bu mükemmele ulaşmak için dehşet hatalar art arda gelir.

                Dokusunda daimi bir demokratik işlevsellik olmayan her sistem insanın ahlaki yapısına ters düşer. Bu işlevsellik insanlar arası diyaloğu, fikir açıklığını ve paylaşımını süreklileştirerek, olan ile olması gereken arasındaki mesafeyi en aza indirir. İnsanın kendi oluşturduğu dünyada, ikinci doğa dediğimiz insan dünyasında, kendi evindeymiş gibi hissetmesinin yolu, kendi fikirlerini rahatça ifade edebilmesi ve ötekilerle ilişkide bir eşdeğerlilik hissetmesiyle gerçekleşir.

AYHAN KAVAK- Soru 10: Yayınlanmaya hazır başka dosyalarının da olduğunu biliyorum. Hangileridir? Şu an üzerinde çalıştığın dosyalar nelerdir?

LEYLA ATABAY- Cevap: Yayınlanmaya hazır bir romanım var. İslam tasavvufunun ilk öncülerinden Rabia’yı anlatan bir roman. Onun dışında mizahi bir felsefe çalışması yaptım. Özellikle genç insanların felsefeye yönelmesini çok istediğimden felsefeyi ilgi çekici kılmaya çalıştım.

AYHAN KAVAK: Söyleşiye katıldığın için teşekkürler. Koşullar gereği mektup yoluyla gerçekleşen bu söyleşiyi bitirmeden son olarak ne söylemek istersiniz?

Daha nice çalışmalara derken, özellikle felsefi ağırlıklı böylesi eserleri gerçekleştirmen takdire şayandır. Mahsus mahallerde niceliğe vurulduğunda böylesi çalışmalar çok azdır. Bunun için de teşekkürlerimi sunarım. Niceliğe nitelik kattın!..

LEYLA ATABAY: Söyleşi için teşekkür ediyorum. Seçtiğin sorularla bir anlamda kitabı da özetlemişsin. Desteğin, duyarlılığın ve bu güzel söyleşi için tekrardan teşekkür ediyorum. Senin de yeni kitaplarını dört gözle beklediğimi ekleyerek bitireyim.

Söyleşiyi Yapan: Ayhan KAVAK                                                Söyleşiyi Cevaplayan: Leyla ATABAY

2 Nolu T Tipi Hapishane A-17                                                     L Tipi Kapalı Hapishane A-11

Tarsus/MERSİN                                                                                              Alanya/ANTALYA