“Zaman akar, zaman geçer / Zaman zindan içinde;
Biz mapusta gürül gürül yatar idik / Yılan çıyan içinde…”
Enver Gökçe
Kısa bir süre önce dünyanın en ağır mahpuslarından Tahir Canan, Hasan Gülbahar ve Muzaffer Öztürk tahliye edildiler. “Ben çıkana kadar büyüme e mi…” adını verdiğim Son kitabımda, 12 Eylül’den beri yani çeyrek asırdır zindanda olan bu mahpuslara da yer vermiştim. Milletvekili Hüseyin Aygün de, mecliste 4. Yargı paketi görüşülürken söz konusu kitabımdan alıntı yapmış, referans göstermişti. Sonuçta 4.Yargı paketine bir yama yapılarak bu 10 devrimci mahpusa tahliye yolu açıldı. Yasanın geçmesinden sonra, yukarıda adlarını andığım üç mahpus tahliye oldu. Ve ziyaretime gelip çabalarımız için teşekkür ettiler. Uzun uzun sohbet ettik. Her biri, bir ‘ayaklı hapishane tarihi’ydi. Ve yakın zaman önce hayatını kaybeden Nelson Mandela’dan daha fazla yatmışlardı. 2013 Aralık ayının sonunda ise, İHD’nin organize ettiği “Hapishanelerde neler oluyor” başlıklı panelde Hasan Gülbahar, Ali Tanrıverdi (İHD Şube başkanı) ve Hasan Kapıkıran (68’liler Dernek başkanı) ile birlikte konuşmacıydım. Gülbahar, 30 yıllık hapishane deneyimini anlattı. Bizde farklı alt başlıklarla sunumumuzu yaptık.
Sunum sonunda izleyiciler özellikle Hasan Gülbahar’ı soru yağmuruna tuttular. Sorular arasında ajitasyon temelli konuşmalar dikkat çekiyordu. Özetle: “Devrimciler hapishanede de üretmeyi bilirler. Hapishane yatılmaz - çekilmez değildir…” deniliyordu. Neredeyse “hapishaneler eğitim evidir, faydası vardır”, noktasına geliyorduk ki ben: “Evet politik tutsaklar her koşulda üretmenin yolunu bulmuşlardır. Ama ne bedeller ödeyerek!” diye müdahale etmiştim.
Şairlerin betimlemesiyle Türkiye zindanları
Konuşmamda kısaca altını çizdiğim bu konuyu açayım: Hayat her zaman sloganlara uymaz. Ya da bazı sloganlar sadece o an ve mekan için geçerlidir. Ruhi Su, ünlü ‘Hasan Dağı’ adlı türküsünün sözlerini, İstanbul’dan Adana’ya elleri kelepçeli yolculuğunda yazarken, romantik aşk dizeleri yazmıyordu. Yaşadığı çileyi haykırıyordu.
Sabahattin Ali, Sinop zindanından; “Dışarıda deli dalgalar/ Gelip duvarları yalar/ Seni bu sesler oyalar/ Aldırma gönül aldırma…” diye haykırırken, aslında “aldırdığını” anlatıyordu.
Defalarca tutuklanan ve işkence gören şair Cigerhun (Cigerxwin), “Yüzlerce, binlerce yıl dilimiz/ Bizim gibi tutsak kaldı” derken, Ahmed Arif, işkenceleriyle ünlü Sansaryan hanında, “Ölüm böyle altı okka koymaz adama/ susmak ve beklemek müthiş/ Genciz namlu gibi ve çatal yürek/ Barışa bayrama hasret/ Uykulara derin kaygısız rahat/ otuziki dişimizle gülmeye/ doyasıya sevişmeye...” diye yazıyordu.
Babam şair Süleyman Okay, 12 Eylül darbesinden sonra kapatıldığı Adana zindanında yazdığı, “Sevda tutuklanamaz” adlı uzun şirininin girişine; “Ranzamda / sabaha bir yıl var daha / şimdi köşe başlarında eller yukarı / şimdi kan kokuyor bu duvarlar / ölüm kokuyor / makaralara sığmıyor acılarım / sağılmakla bitmiyor…” diye not düşerken, acısını, özlemini haykırıyordu.
Kendisi de bir dönem tutuklanıp hapis yatan Attila İlhan, mahpustan çıkan bir kadını betimlerken belki de kendini anlatıyordu: “O sabah mı çıkmıştın, bir gün önce mi / Bir bıçağın ağzında yürür gibiydin / Demirlerin soğukluğu soluk dudaklarında / Gözlerinde karanlığı dar hücrelerin / Seni görür görmez özgürlüğümden utandım / Söyle ne içersin, çay mı kahve mi / Çok değişmişsin birden tanıyamadım…”
Örnekler çoğaltılabilir. Zira özellikle son 50 yılda devasa bir hapishane edebiyatı oluşmuştur. Söz konusu edebiyat da resmi tarihin dışında, gerçek tarihin yazılımına katkı sunmakta, tarihe not düşmektedir. (“Hapishane edebiyatı” tanımı tartışmalıdır. Ben buna, “hapishanede üretilen eserler” diyorum. Ki bu da tam olarak anlatılmak istenen değildir.)
Başa dönersem: Yıllarca gökyüzünü, toprağı, ağaçları, çiçekleri, arkadaşlarını, sevgililerini göremeden yaşayan insanların, dışarıya yazarken « Biz iyiyiz, siz kendinize iyi bakın » demelerinin altında yatan nedenleri irdelemek, satır aralarını okumak gerekiyor. Koşullara tevekkülle katlanmak başka, hapishane gerçekliği başkadır. Mücadele ve ağır bedeller sonucu kazanılan kısmi demokratik haklar, anlık-geçici rahatlamalar olsa da, günümüz hapishanelerinde mahpuslar her gün ayrı bir yasakla - psikolojik işkenceyle yüz yüze yaşıyorlar. Mektup, gazete, kitap, görüş günleri, tedavi olanakları keyfi olarak yasaklanıyor. Örneğin bir cezaevinde serbest olan renkli kalemler, diğerinde sakıncalı sayılıyor. Kızım Öykü‘nün yolladığı balonlar, deniz kabukları ve işlemeli mendiller bazı cezaevlerinde “yasak“ denilerek mahpuslara verilmiyor. Konuyu (dönemin milletvekili Akın Birdal aracılığıyla) meclise taşıyıp, “mevzuat aynı değil mi“ diye sorduğumuzda, Adalet bakanı: “Çocuk Öykü’nün balonları hukuku gevşetir“ diye, abesle iştigal yanıt veriyor. Tekmil isteme, çıplak arama uygulamaları, sürgünler, ziyaretçilere çıkarılan zorluklar devam ediyor. Tahliye edilmeleri “devlet çarkına“ takılan hasta tutsaklar, gözümüzün önünde birer birer ölüyorlar.
Yasalar değişiyor, hapishane adları- harfler değişiyor, yeni hapishaneler yapılıyor ama zindan hep zindan. Devlet hep ceberrut. Ve “rehabilitasyon, topluma kazandırma“ aldatmacası gerçeklerle bağdaşmıyor.
Oysa, Marks’ın ifadesiyle, “Dünyanın cezayla yılmadığı ve yola gelmediği apaçık ortadadır.”
Hapishanelerde emek sömürüsü
Elbette adli mahpusların ve dışarıdaki aile bireylerinin durumları siyasilerden daha iyi değildir. Özellikle büyük çoğunluğu oluşturan sahipsiz (imtiyazı olmayan, yoksul) adli mahkumlara reva görülen, ‘rehabilitasyon’dan, ‘kazanma - kazandırma’dan çok uzaktır. Ayrıca adli mahkumların büyük çoğunluğunun emeği, özel şirketlere “ucuza” satılmaktadır. Türkiye’de 1997 yılında çıkarılan 4301 sayılı yasa ile münferit olan “mahkum çalıştırma”nın önü açılmıştır. Edinebildiğim en son veriye göre, 2002 yılı itibariyle “çalıştırılan” mahkum sayısı 25 bindir. O tarihte toplam tutuklu ve hükümlü sayısı 60 bin olduğuna göre, çalışan mahkum oranı %41 gibi büyük bir orana tekabül etmektedir. Ve mahkumlara ödenen para, asgari ücretin üçte biri kadardır. Bu rakamlar, neden “mahkum emeğinin sömürüsü”nden söz ettiğimizi açıklamaktadır. Mahkum emeğinin küçümsenmeyecek boyutlarda olduğuna en iyi örnek Kütahya cezaevi konfeksiyon atölyesidir. Burada 75 mahkum yılda 90 bin gömlek üretmektedir. Son dönemde çıkarılan 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı hakkında kanun da, “kurum işyurdu yönetim kurulunca uygun görülen işte çalışmamayı” disiplin suçu saymış ve bu suç için 1 aydan 3 aya kadar mektup, TV, radyo gibi “iletişim araçlarından yoksun bırakma” cezasını getirmiştir. Ayrıca 4806 no’lu yasa ile hapishanelerde çalışmayı engelleyenlere, bu yönde propaganda yapanlara “iletişim yasakları” yanı sıra 1 yıldan 3 yıla kadar ek hapis cezası öngörmüştür. (Özdek, 2011: 270)
Yedikule zindanlarıyla başlayan hapishane tarihi
Hapishanelerde mahpuslara yaşatılan zulüm, bizim coğrafyada 15.yüzyılda Yedikule zindanlarının inşasından beri sürüyor. 1474’te Mahmut Paşa’nın kapatıldığı Yedikkule zindanının en ünlü tutuklusu 1622’de tahtan indirilen II. (Genç) Osman’dı. O günden bu güne zindanlar kurulmaya devam etti. Osmanlı döneminin en ünlü hapishaneleri Yedikule Hisar’ından sonra “Baba Cafer“ ile “Taif“ zindanlarıydı. Ve Cumhuriyet döneminde Sinop kalesi, Sansaryan hanı, Yassıasa, Mamak, Metris, Diyarbakır zindanları, zulümleriyle ün saldılar. Bu zindanların bazılarında ortaçağın “bedene eza“ diye özetleyebileceğim yöntemine başvuruldu. Ve kesintisiz devam eden, kimi zaman artan, kimi zaman azalan ama hiç bitmeyen devlet zulmü, bu gün de Tekirdağ, Şakran, Silivri, Gebze ve diğer hapishanelerde sürüyor. Lucas’ın geçen yüzyılda yaptığı saptama “iyileştirmelere“ rağmen hala geçerlidir: “Babayı hapishaneye gönderen aynı mahkeme kararı, anneyi her gün yoksulluğa, çocukları terk edilmeye, ailenin tümünü serserilik ve dilenciliğe sürüklemektedir. Işte suç, bu bağlantı içinde kök salma tehditi taşımaktadır.“
Demem o ki; “Kefaret ve para cezaları ortaçağın erken dönemlerinde tek ceza araçları idiler. Ortaçağın geç dönemlerinde canavarca bedeni ve hayati cezalar başladı.17.Yüzyılda ise tarihsel evrim açısından bir reform olarak özgürlüğü bağlayıcı ceza gündeme geldi. Foucault, hapishanelerin ortaya çıkmasını, azap çekmenin ortadan kalkması ve seyirlik unsurun silinmesi, fakat aynı zamanda bedenin tutuklanması şeklinde ifade etmişti. (…)Bu durum Mably tarafından ‚‘ceza, bedenden çok ruha yönelik olmalıdır.‘ şeklinde formüle edilmişti.“ (Kanar, 2011:7)
Osmanlıdan günümüze “adalet” sisteminin değişmeyen ideolojisi
Burada, politik muhalifler üzerinde kesintisiz devam eden devlet zulmüne dikkat çekerken, bu uygulamaların ideolojik argümanlarına da değinmek gerekiyor.
1895’te İstanbul’da kurulan, “Osmanlı Amele cemiyeti” yöneticilerini tutuklayıp 10’ar yıl hapse mahkum eden “devlet”in de, 1923’te Şefik Hüsnü ve arkadaşlarını, 1925 yılında da Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya, Zekeriya Sertel, Cevat Şakir, Ata Çelebi ve Hüseyin Cahit’i tutuklayan devletin “ideolojisi aynıydı.
1933 yılında Nazım Hikmet ve yoldaşlarını düzmece suçlamalarla tutuklayan ‘devlet’in adaleti’ ile 1950’lerde Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi 40 kuşağı toplumcu yazarlarını hiçbir gerekçe göstermeksizin tutuklayan devletin adalet anlayışı aynıydı.
1957’de “Sansaryan tabutlukları”nda, içlerinde işkence sonucu ölümün eşiğine gelen Zehra Kosova ve Zihni Anadol’un da bulunduğu sosyalistlere acımasızca işkence yaptıran ‘devlet’in argümanlarıyla, 1960 yılında aralarında Musa Anter’in de bulunduğu 49 Kürt aydınını idam istemiyle yargılayan ‘devlet’in argümanları aynıydı.
1960, 1971, 1980 darbelerini yapan “devlet” ile Diyarbakır zindanlarında tutsakları lağım çukuruna sallandıran, sopalarla onlarca insanı parçalayarak öldüren ve son yıllarda ülkeyi devasa bir hapishaneye çeviren ‘adaletin’ temeli aynıydı.
Aynıydı çünkü: Yedikule zindanlarının inşasından bu yana, İstanbul ve Anadolu topraklarında saltanat süren tüm devletlerin “adalet”i, mülksüzlerin değil, büyük mülk sahiplerinin hizmetinde olmuştu. Ve bu “adalet”, büyük mülk sahiplerinin “yenilmezliğini”, “kader” olduğunu, “başka bir dünyanın mümkün olmadığını” zor yoluyla, tutuklamalar, işkenceler ve yargısız infazlar yoluyla “egemenler için potansiyel tehlike olan mülksüzlere” yani sessiz büyük çoğunluğa kimi zaman açık, kimi zaman dolaylı göstermek durumundaydı.
Ve yukarıda aktardığım süreçte açıkça görüldüğü gibi, ülkemizde farklı siyasi ekollerin tarihinde (Örneğin Menderes ve ekibinin), hapishaneler belirli kısa periyotlarla yer alırken, solun tüm tarihinde her dönem var olmuştur…” Bu gün de “tutsak, politik mahpus” deyince ilk akla gelenler sol, sosyalist tutsaklar ve Kürt yurtseverler yani sisteme muhalifler anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak: Yapılan bütün araştırmalar “hapishanelerin” suçu azaltma ve suçluyu ıslah etmeye yönelik kurulmadığını, süre uzadıkça tersinin yaşandığını ortaya koymuştur. Goffman’ın 40 yıllık araştırmaları, cezaevlerinin hükümlülerinin ve ailelerinin sosyal ve kişisel durumları üzerinde zarar verici etkilere sahip olduğunu ve bununla topluma yeniden dahil olma şanslarının iyileşmelerinden daha zayıf olduğunu ortaya koymuştur. (İnfaz Hukuku, Prof. T. Demirbaş)
Egemenler, tene ceza’yı kaldırıp yerine tine eza’yı, en ince - acımasız biçimde uygulamaya koysalar bile, sistemin “suç ve suçlu üretimi” ve politik tutsakların direnişi devam etmiştir. 21 yıldır tutsak olan Gülazer Akın’ın, Gebze zindanından yolladığı son mektubunda mağrur ve vakur biçimde ifade ettiği gibi: “Baskılar, saldırılar artsa da tutsaklar direnecektir. İşimiz bu… Başka çaremiz yok…”
Peki ne yapmalı?
Bu sorunun yanıtını aramak da başka bir yazının – dosyanın konusudur.
01.02.2014 [email protected] www.gorulmustur.org
*Bu yazının bir bölümü, 07/02/14 tarihli Birgün Gazetesi Kitap ekinde yayınlanmıştır.
Kaynakça:
Yasemin Özdek, Şirket Egemenliği çağı, Nota Bene yayınları, Ankara, 2011
Adil Okay, “Ben çıkana kadar büyüme e mi…”, Nota Bene yayınları, Ankara, 2013.
Şaban Öztürk, “Türkiye solunun hapishane tarihi I-II, Yar yayınları, İstanbul, 2004.
Av. Ercan Kanar, “Suç, ceza, hapis kavramları ve özgürlükçü hukuk”, İHD İstanbul şubesi cezaevi komisyonu, özel sayı, Aralık 2011.