Tutsak Doktor Ayhan Kavak'ın Ezidiler için yazdığı ağıt

“Duyan var mı? Ağıtlar yükseliyor Şengal’de Yok! Bir tek “Yüreğini dağlara nakşedenler” duyuyor. Cana can, ölüme set olmaya, yardıma koşuyorlar kız ve erkek kardeşleri için.Dağları, taşları saran aleve can suyu niyetine Dabbet-ül Arz’a “dur” diyorlar, “dur”, “insan bunlar ey ucube” diye nidaya duran yiğitler kötülüğün yok ediciliğine engel olmaya, ilk elden açtıkları yaşam koridoruyla başlıyorlar. Ve bebesiyle bu koridordan geçen bir Ana vahşetin salyalı cellatlarından kurtulabiliyor.”

DAYE (ANA)

Yerden çıkan bir hayvan var. Dabbet-ül Arz denen hayvan bu insanlarla konuşuyor arlanmadan. İnsanlarla konuşuyor “hakikat benim” yalanını uydurarak Tiz sesinden esrikleşiyor duyan kulaklar. Sarhoş herkes! Bir dumandır, ortalığı kaplayan göz gözü görmüyor. Gören gözlere sir çekilmiş adeta. Kötülük galebe çalmış. Deccal’ın yandaşı Dabbet-ül Arz iş başında. Kargaşa, korku ve dehşet sarmalamış yürekleri. Canını kurtaran yalın ayak arkasına bakmadan yollara, çöllere dağlara vurmuş.

Açlık, susuzluk ve perişanlıktan hallice kaçıyorlar durmadan. Yarı yolda bitap düşen yaşlı nene çaresizlik ve susuzluktan kıvranarak çökmüş çorak toprakta. Başı elleri arasında ne yapacağını bilemez halde. Toz-duman arasında sırtlarında bebeleri dağa vurmuş Analar beliriyor. Yeter ki kurtarabilsin bebesini diye güvenli mekan arayışında.

Zulmetin zulmünden kaçanları bu kez kavurucu sıcak, açlık ve susuzluk vurmakta. Yollarda, yamaçlarda can verenler, oracıkta yığılan taşların altına saklanıyor. Bebeler ah bebeler! Açlıktan ağlayışları arşı sarmalamış. Gül memesi kurumuş ananın sütü yok. Bebek, naçar sarılmış meme ucuna.

Susuzluk damarları çatlatmakta. Yüzlerin nehir olmuş kıvrımlarında umutsuzluk. Düşeni kaldırmaya mecal yok. Yaşlılar çökmüş bir kaya parçasının dibine. Feryat-figan gök kubbeyi inletmekte. Değil mi ki yükselen vaveyladır. Dünyanın vicdanı. Vicdanlar donuk, vicdanlar suskun. Vicdanlı insanlar da ölümün pençesinden kaçıyor, kaçıyor, kaçıyorlar…

Duyan var mı? Ağıtlar yükseliyor Şengal’de Yok! Bir tek “Yüreğini dağlara nakşedenler” duyuyor. Cana can, ölüme set olmaya, yardıma koşuyorlar kız ve erkek kardeşleri için.

Dağları, taşları saran aleve can suyu niyetine Dabbet-ül Arz’a “dur” diyorlar, “dur”, “insan bunlar ey ucube” diye nidaya duran yiğitler kötülüğün yok ediciliğine engel olmaya, ilk elden açtıkları yaşam koridoruyla başlıyorlar. Ve bebesiyle bu koridordan geçen bir Ana vahşetin salyalı cellatlarından kurtulabiliyor.

Yavrusu sırtında çöllere-dağlara vurmuş. Sütü yok, kurumuş. Biliyorum “Ben öleyim de bebem kurtulsun” diye çare aramakta. Su yok, ekmek yok üstünde libasları paralanmış ve yalın ayak. Menzil Irak, süte kavuşana değin dayanamaz bebe. Ananın zeytin karası gözlerinde gözyaşı sel, damlıyor yere. Varını yoğunu ardında bırakıp, kavurucu sıcaklardan takatsiz. Bebe ağlıyor. Bebeye süt gerek. Bebek susuz. Bebeye hayat gerek… Ana çıldırmanın eşiğinde. Çare nerede? “Ya Xwedê, êdi beseee looo” diye yanık sesiyle siteme durmuş. Nasıl olduysa bilinmez, güneşe kilitlenmiş gözlerinde aniden şimşek çakıyor “Bebeye derman buldum” diye seviniyor. Kanından olana gene kanını verecek. Yanı başına geldiği keskin kayayla derin bir çizik atıyor şehâdet parmağına şahitlik eden parmağıdır ona. Kan berrak bir pınar. Kan ölümsüzlük kaynağı ab-ı hayat. Süt yerine kanını verecek canına. Yavrusunun ağzına meme niyetine sokuyor parmağını. Bebe emmekte parmağı mırın mırın. Huysuzluğu bitip dinginleşiyor bebe. Emilen kan, ananın eriyen canından derman. Gene de sevinç ışıltıları saçar Ana. Bebek rahat olsun da, isterse ötesi ölüm olsun. Hani söylenegelir ya, Ana mitolojide geçen Pelikan’a dönüşmüş adeta.

Pelikan’ın güçlü analık sevgisine dair olağanüstü bir anlatı vardır. Derler ki Anne Pelikan, yavrularını beslemek için, gagasıyla göğsünü deler ve göğsünden kopardığı et parçalarını ve bedeninden fışkıran kanını, yavrularının beslenmesi için kullanırmış. Bu mesele Hz. İsa ile de ilintilenmiştir. Hz. İsa’nın kendini insanlığa kurban ederek kanını vermesine atfedilir.

İnsanlık tarihinin sözel ve mitolojik birikimlerinden süzülen buna benzer efsane, destan ve masallarda nice ortaklaşan anlatıya denk geliriz, kimbilir.

Sümer mitolojisinde örneğin; üzerine binilen kuşa, uçması için et verme niyetine, son çare olarak canından bir parça keserek vermeden mi tutalım yoksa Kızılderili mitolojisinde, nenenin çocuklara eriyen canından parçalarla beslemesine mi. Her toplum ve coğrafyada böylesi tarihsel-toplumsal dokularda yankısını bulan anlatılarla karşılaşmak mümkün.

Elbette, Ananın yavrusuna canını vermesi evrensel bir olgudur. Zira mekan ve zaman ayrımı gerektirmeyen feda ruhuyla donanmıştır. Dayê, Ana, Ummi, Mama, Mother vb. adlandırmaların ortak bileşeni, yavrusunu koruma ve kollamada kaplan cesaretini gösterebilmesidir. Bu yüzden Ana-Dayê deyince akan sular adın kutsiyetinden durur. Bir Ezidi Kürt Dayê’nin de kanını yavrusuna süt niyetine vermesi tek çıkar yol olarak önünde durmaktaydı.

“Cennet Anaların ayakları altındadır” diye boşuna söylenmemiştir. Bunun altında yatan hakikat, ölümüne yavrusunu koruma, kollama, besleyip büyütme güdüsüdür. Kutsiyet biçilmesi bundan ötürüdür. Anadilimde Dayê'dir Ana! Böyle ahenkli kelime var mıdır bilinmez. Şayet kusursuzluk çağrıştıran dokuzuncu notayı ayırıyorsak, bunun izi, armonik sese haiz Dayê’de bulacağımızdan kuşkum yok. Evet, dokuzuncu notanın cevherinde Dayê-Ana vardır, biline!

Ana bu, hangi dilde, hangi tınıda söylenirse söylensin birbirinden gayrısı yoktur. Doğum ve sahiplenmede aynıdırlar. Onlar gün yüzünün arayışındaki suda, çıkışını bulan gözedir. Ceremesi hayat verdikleri, sevgisini ve canını akıttığı yavrularıdır. Evladına haslet ve hasrette bitimsizdir. Tükenene değin enerjisini akıtır. Ötesi laf-ü güzahtır. Kocamışlığında da değişmez duygusu. Yavrusuna odaklanmış, siper olmuş ürkek kuş yüreği taşır. Şayet evladı kemale ermişse bile, gözünde hep çocuk kalandır doğurduğu. Yardıma muhtaçtır diye düşünür. Kol-kanat germesi doğasındandır. Zira sancılı kıvranışta hayat verendir Ana.

Kendisi aç kalsa da bir şekilde doyurmaya meyyaldir. Tıpkı Ezidî Ana’nın süt niyetine kanını vermesi gibi.

Nedendir bilinmez, Azerice yanık bir ezgi vardır, “Ana galbin odlanır” diye; yavrusuna ağlayan her anayı, dayêyi gördüğümde bu şarkı yankılanır havsalamda Anaya süt yerine kanını içirmesine sebebiyet veren kötülüğün adı faşizmdir! Renklere, dinlere, mezheplere, farklı etnik yapılanmalara karşı olan, kendi dışındaki her şeyi ölüme, mezarsızlığa yazgılatan bu Dabbet-ül Arz denilen İşıd faşizmi elbet tarihin çöp sepetine konulacak. Fakat insanlığa yaşatılan acı ve trajedi hiç bitmeyeceğe benzer “ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” hayalidir bizleri ayakta tutan. Savaşa, zulme ve sömürüye karşı aynı ezgili yürekten çıkan Analık duygusunu hatırlayalım biraz. Halkların, insanlığın acılarının ortaklaştırılması kanımca aynı duyguların ön plana çıkartılmasını getirir. Ortaklaştıkça acılar, bir olmak birlik olmak daha bir yakınsanır. Analar ağlamasın ey dünyalılar!

Şayet ağlıyorsa çaresizlikle, bilin ki vicdanlar sürgüne yollandığındandır. Analar direngendir. Selam olsun onlara…

Ayhan KAVAK

D Tipi Cezaevi DİYARBAKIR