Hasta Tutsak Ergül Çiçekler'den yeni bir öykü: Erik Ağacı

ERİK AĞACI

Yol önce bir yokuşla sınanır. Burası öyle dördüncü beşinci vitesle çıkabileceğiniz bir yokuş değil. Yapılacak en mantıklı şey. Çünkü yokuş sadece dik değil tam ortada bir de berbat bir virajı vardı. Yolun iki yanında askeri binalar ve tel örgüler 20-30 m arayla ve kaşlarının çatık kalması için kesinkes emir almış nöbetçiler vardır. Onların arkasında da namlularını şehre çevirmiş onlarca tank. Resmi görüşe göre bunca tank şehri korumak içinse de insan sormadan edemiyor; madem öyle neden hepsinin namlusu şehre dönük? Şehri korumakla görevli olanlar sadece bu tank namluları değil yüzlerce binlerce çatık kaşlı asker de var. Bu koruma görevine tel örgülerin neredeyse her metresine üç tane asılmış uyarı levhaları da katılır; dur, yasak, sağdan devam et, bekleme yapma, durma, hız yapma, fotoğraf çekme, görüntü alma! Hatta “konuşma, bakma, aklından bile geçirme, sen kimsin be biz Viyanalar’a gitmiş, Plevneler’de çarpışmış, Sina Çölü’nü fethetmiş bir orduyuz, bas git alnının ortasından vururum seni vs”. Her adımda bir levha her levhada o soğukkanlı yüz, yolu kuşatmıştır. İki cepheden. Nihayet kaplumbağa hızıyla da olsa tepeye ulaşıp bu kuşatmadan kurtulunca bitiyor çatık kaşların, yüzlerce namlunun, günün moda deyimiyle; kamu düzeninin gücü. Tesadüf bu ya tam da bu noktada asfalt yol da bitiyor. Tabii ki bu durum manidar bile değil. Resmi binaların uyarı levhalarının, resmi ideolojinin bittiği noktadır toprak yolun başlangıcı. Yöre insanı, cümle şoförü, yayası atlısı, iti tilkisi, kurdu boz ayısı asfaltı değil toprak yolu sever. Çünkü asfalttan sonrası onların dünyasıdır. Hayat asfaltın ötesi ve berisidir. Berisi toprak yani biz. Ötesinde öteki onlar Viyana önlerinde kelle alırken filan, Sina Çölü’nü fethederken her kum tanesi değerlidir elbette filan, Çinli akıncıları arkalarına alıp dörtnala kaçarken biz buradaydık. Hatta İskender’den topal Timur’dan, Kör Yıldırım’dan önce de biz buradaydık ve yeminle bu toprak yol da yine buradaydı.

Bir zamanlar tamamen meyve bahçeleriyle kaplı bu geniş vadiler, düzlükler, yamaçlar, su kenarları ve her şey Osmanlı ile Rus Çarlığı arasındaki sonu gelmeyen savaşların sonunda tümüyle yanıp kül olmuştur. Kimse de bir daha tek fidan ekmemiş. Sadece şurada burada üç beş söğüt kalmış hepsi bu. Geriye kalan her şeyi zamanla yeşil çimenler bürümüştür. Yabani sarımsaklar, tereler, şilanlar, reyhanlar saymakla bitmez. Öyle ki bu küçük şehirdeki bitki çeşitliliği Avrupa’nın iki katı olduğu söyleniyor. Bu oran oraları görmeyenler için abartılı gelebilir ama sadece görmeyenler için! Bu çeşitlilik her düzü yaması her taşın oyuğunu doldurmuş, kaplamış, ele geçirmiştir. Israrla kesilmelerine rağmen yaban otları, dam üstlerini, bacaları, dar patikaları, toprak yolları ele geçirir. Kör etmez yılda bir iki defa damlardan otları tırpanlamak. Buradaki çimenler, çalımsılar dünyanın geriye kalanından farklıdır. Kaşla göz arasında boy verip çiçek açarlar. Traktör römorküne düşen bir arpa tanesi çimlenir kısa zaman hatta düşmenin içinden ya da köy minibüslerinin koltuk aralarında sıkça rastlarsınız boy veren yulaf, buğday ya da arpa çimenlerine, hatta papatya bile görürsünüz. Her santim her yarık yeşilin kök salacağı bir yerdir, bir mevzidir. Alanın ve coğrafyanın tartışmasız hakimidir bu bitki örtüsü. Gerçek budur ve halk da bu gerçeğe saygılıdır. Ancak arazinin tek hakimi olmasına rağmen bir tek yere giremezler. O yer Rus harbinden kalan savaş mevzileridir.  Bu mevzilerde iki ordu iki hanedanlık için birbirini doğramakla kalmadılar aynı zamanda doğanın da canına kıydılar. Yaktılar, yıktılar ve iki taraf da kaybederken esas bedeli doğa ödemişti. Hanedanlar ise bu vahşeti kahramanlık destanıymış gibi anlatmaya duyurmaya çalıştı. Sonra da unutuldu gitti bu savaş günleri ama doğa unutmadı ve unutulmasın diye de her yeri çiçeklerle bezerken savaş mevzilerini çırılçıplak bıraktı insanların gözlerine diken gibi batsın diye. Hala da kilometrelerce uzayıp giden bu mevzilerde bir tutam ot bile yetişmez. Orada bulacağınız tek şey toprağın birkaç santim altında yatan kafatasları, kollar, bacaklar, paslanmış süngüler ve filintalardır. Nice nice anaların gözyaşlarının sebebi bu savaşlarda insanlar birbirini lime lime doğrarken top güllelerinin meyve bahçelerini yakıp yok etmesiydi. Şimdi mevziler duruyor ama o ağaçlar yok. Ne elma ne armut ne ceviz ağacı… Sadece  mevziler… Geriye kalan sadece bu. Ne Osmanlı, ne Rus hanedanlığı, ne çar, ne sultan sadece mevziler…

Zor ve ağır koşullardan dolayı genç devrimcinin bedeni oldukça zayıf düşmüştü. Çok sürmemiş hastalık da başlamıştı. Durumu gören yoldaşları; “bak sana burada bakma imkanımız çok zayıf iyisi mi sen köyüne git, orada neler yapabileceğimizi anlamaya çalış, sonrasında da ona göre bir örgütlenme çalışması yaparız” dediler. Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden köyüne gitti. Zaten henüz “aranıyor” listesinde değildi. Şimdiye kadar öğrenci eylemlerinden dolayı birkaç defa gözaltına alınmış olsa da henüz devlet onu zindana atılacaklar ya da öldürülecekler listesine yazmamıştı.

Köy minibüsünden iner inmez yengesi koşup karşılamıştı onu ; “gurban olduğum” diyerek. Evet “kurban” değil de “gurban olduğum”. Çünkü bu yörenin insanları “k” harfini hiç kullanmaz. Sevinmişti yengesi ama üzüldüğünü belli etmemeye çalışarak. Anlamıştı kendi oğlundan ayırt etmediği genç kaynının hastalanmış olduğunu. Rengi soluktu, zayıftı; ayakta zor duruyordu. Kaldığı nemli rutubetli evlerin hediyesi kalp romatizması yüzünden zorlukla nefes alabiliyordu. Morarmış parmak uçları, bu hastalık yüzünden kirli kanla temiz kanın birbirine karıştığını gösteriyordu. Yediği her şeyi geri çıkarıyor, uzun süre yürüyemiyor, konuşamıyor hatta uyuyamıyordu. Herkes gibi o da biliyordu bunun bir adım sonrası veremdi…

Hemen o akşam yengesi doktorların genç için uygun gördüğü ilaçlarla dolu poşeti döktü önüne ve her ilaç kutusunu eline alarak tek tek sordu:  bu ne için?  Gelen cevaplara göre ilaçları ikiye ayırdı. Bir grup vitaminler diğerlerini tedavi maksatlı ilaçlar oluşturuyordu. Yengenin vitaminler konusunda tavrı çok netti: “köy yerinde vitamin ilacı mı olur”. Zamanın koşulları sebebiyle sadece beşinci sınıfa sınıfa kadar okumuş olsa da çok zeki ve bilgili bir kadındı yengesi. Tabii elbette haklıydı da köy yerinde vitamin ilacı almak saçmaydı. Hemen o geceden başlayarak vitamin ilaçlarının yerini bal katılmış sütler, tabak tabak sütlaçlar, köy yumurtası, tereyağı, kuşburnu pekmezi, yıllanmış kaşar ve gravyer peynirleri, taze sebzelerden çorbalar, mis kokulu yoğurtlar, keteler, kömbeler aldı. Öyle ki sadece on gün sonra ayakta bile zor durabilen genç, at binmeye ve köy takımıyla maça çıkmaya başlamıştı bile.

Kendi yaşıtları onun düşüncelerine katılıyor ve değer veriyorlardı. Dağları, kentleri özgürleştirmekten, köylerde kolhozlar kurmaktan bahsediyorlardı. Hatta tel örgüleri, uyarı levhalarını ama ille de o asfaltı dozerlerle sökmeyi düşünenler bile vardı. Ciddiyetle konuşulan konuların arasına espiriler de sıkıştırılıyordu hem de demli ve sıcak çay kıvamında. Fakat hepsi de çok iyi biliyordu ki dünyanın bu noktasında devrim ve devrimcilik, modaya uymak ya da serüvencilik değildir. Bu niyetle yapılamaz, çocuklar bile bilir. Burada bir devrimci ya vurulur resmi mermilerle ya da atılırlar zindana resmi mercilerce. Burada kavga  elbette siyah beyaz değildir ama grinin tonlarını daha gören olmadı.

Alabildiğine genç alabildiğine özgürlük dolu hayaller kurulsa da zaman ağıt yüklüydü. Gençlerin sözleri güneş kadar sıcak su kadar berrak olsa da umutların yeşermesi için kanın ve zulmün durması için önce zalimin süngüsü kırılacak ve o kırılan süngüyle yepyeni bir yaşamın göbek bağı kesilecekti. Tereddütsüz ki bunun için de çok ama çok ağır bedeller ödeniyor ödeniyordu da. Köyden ayrılan gençlerin çoğu geri dönmüyor, dönenlerse tabutlarla dönüyordu. Bu nedenle onun köye sağsalim dönmesi yeni bir şey sayılırdı ama herkes onun hasta olduğu için geldiğinin de farkındaydı. Sağlığı düzeldikçe dost ve akrabalarında hüzünlü bir vedalaşma havası oluşuyordu. Bazen kendi akrabalarıyla anarlardı o an aralarında olamayanları. Kızıltepe’de vurulan Derya’yı, Colemerg’de vurulan Selim’i, Şemsi yengenin kızı Zozan’ı, geçen sene cenazesi gelen Newroz’u. Halis vardı hani çok iyi top oynardı. Geçen yıl benzin döküp yakmışlardı. Batman’da sayıları artarak çoğalıyordu. Aralarından ayrılanları işte bu yüzden bu sohbetler gelip bir noktada duruyor ve gerisini derin bir sessizlik alıyor, derin bir sessizlik oluşuyordu. Köyde yaşlılar ve çocuklar çoğunluktayken gençler çok azdı ve her ay da azalıyorlardı. Sanki köyde iki kuşak yaşıyordu; çocuklar ve yaşlılar. Gençler ya dağlarda ya mezardaydılar. Köye sık sık gelirdi belediyenin cenaze aracı. Bu araç devletin “matem müjdeleyen kanlı baykuşu” gibiydi. O gelince sapasağlam gidenlerden biri dönmüş olurdu. Paramparça lime lime, gözleri oyulmuş, parmakları kesilmiş, bedenine defalarca sigara basılmış, ateşe atılmış olarak…

Cenazede farklı bir vedalaşma hüznü vardı. Yanından geçtiği her ağacın, her derenin her yamacın dün gibi duran canlı anıları vardı. Mesela şu söğüt ağacından herkes düşmüştü. İşte şunlardı saklambaç oynadıkları harabeler, büyüdüğü ev, okuduğu ilkokul binası, su içtiği çeşmeler… Son kez görüyordu onları ve biliyordu özleyecekti her birini hem de delicesine özleyecekti. Üstelik birinin bile yokluğuna alışamadan tümüne hasret kalacaktı. Ama elbette biliyordu hepsi ondan sonra da var olacaktı; söğüt ağaçları, dingin akan dereler, tarlalar, çiçekler, okul binası hepsi. O ise sadece çekip gidecekti sessizce ve vefasız sayılmadan…

Anlatılanlara göre yirmi yıl önce evin yanında bu ziyaret esnasında kendisine uzatılan birkaç eriği yiyor. O eriklerden birinin çekirdeği düşüyor toprağa  ya da düşen çekirdeklerden biri filizleniyor. Bundan yirmi sene sonra büyüyor o filiz ve koca ağaca dönüyor, büyüyor. Osmanlı-Rus savaşlarından 150 yıl sonra büyüyor ve yeşil yapraklarla, eriklerle dolu dolu bir erik ağacına dönüşüyor. Gözü gibi bakmış ona amcasının oğlu ve yengesi, arkadaşları adıyla anmışlar, onun ağacı demişler, onun ağacı… Hiç görmemiş olsa da şimdi özlediklerinin arasında bir de bu erik ağacı var. Kim bilir belki bir gün gölgesinde bir bardak demli çay içer dostlarıyla birlikte, yani sağ kalanlarla yani belki işte… Uzanır yatar gölgesinde sonra gelir yanına esmerce bir kız çocuğu kocaman meraklı ve kocaman zeytuni gözleriyle erik ister ondan çocuk, boyunun erişemediği dallardan. O da uzanır koparır en güzellerinden verir, çocuk gülümser kocaman zeytuni gözleriyle ve o gözlerde bulur genç öldürülen yoldaşlarının yüzlerini. Sonra gece olur gelir durur başının üstünde yıldızlar, sonra şahidi olur erik ağacı şen şakrak bir sofra kurulur, ne kurşun sesi ne zindan parmaklığı. Buluşur bütün dostlar o sofranın etrafında, erik ağacının altında… Şimdilerde çıkarsa içerden bir de gül ağacı ekeceğini söylüyor erik ağacının hemen yanına. Çıkarsa 20 senedir tutulduğu hücreden yani çıkarsa sağ salim bir de gül ağacı olacak erik ağacının yanında. O gül ağacına bülbüller konacak, sakalar, ötleğenler, aşka davet edecekler, sevdaya… Gül en çok da bir selam olacak vurulup düşenlere, sonra peşi sıra başlayacak evrenin ve insanın en güzel şarkısı, gül ve erik ağaçlarının gölgesinde.

İyileştikten sonra genç döndü İstanbul’a ve bir yıl sonra yapması gereken şeyleri yaparken mayıs başında akbabalar çullandı üstüne hiç ummadığı bir anda… İşkenceye başladıklarında bir yıl olmuştu erik ağacının toprağa düşeli. Hem de kimseden, kimselerden habersizce. Birçok tesadüfün sonucu, belki yaramaz bir kedinin toprağa açtığı minik bir oyuk sayesinde, belki onu bulup bir deliğe taşıyan bir fare sayesinde belki o belki bu belki elinin körü işte. Nerden bilelim sonuçta tohum girmişti yeşerebileceği kadar derine çok değil ama birazcık, usulca, kabuğunu çatlatma, yavaşça filizini uzatmaya yetecek kadarcık. Habersizce sır içinde sanki itkamını almak için tüm meyve ağaçlarını yakan Rus ve Osmanlı hanedanlıklarından, onların savaşından, askerlerinden, uşaklarından, yalakalarından, çanak yalayıcılarından ve en çok da ardılı olmaktan dolayı övünenlerden… Sanki bir selam bir vefaydı yakılan tüm fidanlara, bir kafa tutuştu bir meydan okuyuş el örgülere, çatık kaşlı nöbetçilere yaşamı boğarcasına kuşatan “keep out” lara veya belki de hep olduğu gibi sadece ayak uydurmuştu olup bitene eşkere eşkere ana avrat söver yöre insanı, çiçek koklar gizli gizli. Kalpsiz olmak, küfürbaz olmak, hoyrat olmak; güç gösterisi. Hisli, saygılı, kibar olmak; zayıflık. Çarpık düzenin çarpık terazisi. Çünkü çoktan unutuldu “gülü gül ile tartmak” gülü çöpe sayar oldular. Terazinin kefelerinde artık irin ve altın var. Yani güzel olan birçok şey gibi bir çekirdek bile saklıdan gizliden görünmeden başlamıştı yürümeye, köke, filize, ormana. İnat değil mi bir yolunu bulmak o da buldu onca yasağa, kana, dumana, yangına inat. Böyle başladı inatla zaten hep böyle başlar yolculuklar bu topraklarda.

Tendonlar koparken İstanbul Vatan Caddesin’deki SS merkezinde, çıkan ses teopan tendonlardan gelmiyordu. O, çekirdeğin çatlama sesiydi… Ya da keşke böyle olsaydı keşke o acılar ve o zebaniler olmasaydı. “Söyle lan” diye bağırdıklarında ağız dolusu küfürlerle hiçbir canlı organizmanın yaşayamayacağı kadar derin olan o lağım çukurunda olanlar, ellerinde sopa, ıslak kayış ve elektrik telleri, belki de işte tam o sırada yürüdü ilk köklerini. Yürütüyordu toprağın derinlerine damar damar. Sır vermeden bir başına ne yaptığını ve neyi yapmadığını bilerek.

Önemlidir kök salmak. Bir ırmağın kendine akacak bir yatak bulması yoksa da yaratması gibi. Hiç yatağı olmayan bir ırmak olabilir mi? Altını eşer önüne çıkan her engelin, sağından solundan dolanır olmadı dolup dolup taşmasını bilir. Bazen inceen inceden dolar, inceden inceye akar sezdirmeden milim milim taşıp milim milim aşındırarak engelleri. Sonra bir an gelir ki kağıt gibi dağılır dağ gibi o engel. Biz buna sel deriz ama esas olan öncesi ve sonrasıdır. Nasıl oluştuğu ve ne yaptığı yani. Tabii bir ihtimal daha var oda akmayan ırmakların ulaşmadan denizlere ve göllere kendi yatağında ölmesidir kuruyarak. Çünkü; akmayan su ölür. Yani mesele şudur ki; bir ırmak bendini yıkamazsa yok olur gider. Hepsi bu. Erik çekirdeği gibi o da ırmaklar gibi bir yol bulmalıydı kök salması için. O da bir nehrin akışındaki bilgeliği ve gücü taşımalıydı. Ya derine gidecekti kök kök ve filiz filiz taşacaktı topraktan ya da ölecekti olduğu yerde.

Bağırdıklarında tekrar “söyle ulan” diye yürüyordu daha çok kök daha derinlere ve o sırada elektrotlar dolaştırılıyordu çıplak teninde işkenceciler. İşte o an daha da boy veriyordu çatlayan tohum ışığa, güneşe doğru ya da kırdıklarında kaburgalarını ve kan tükürmeye başladığında nihayet filiz güneşle arasındaki son toprak katmanını da yırtıp atmıştı…

Kaçımız yürümedik ki böyle sessizce saklayarak tüm sırlarımızı, hepsini koruyarak kimseye eyvallah demeden kaçımız durmadık ki filize. Başka nasıl çatlar ki toprakta tohum. Nasıl açar gelincik, nasıl büyür koca çınar, nasıl yürür her şey güneşe; inadına bir tohum çatlamazsa toprakta.

Bilselerdi koşup gelir köklenmeden daha, filize durmadan, henüz merhaba hayata söküp atarlardı olduğu yerden. Nehirlere set çekenler körpe fidanlara da hiç acımazlar. Bilirler akan her damla suyun çatlayan her tohumun, yeşeren her filizin kendi sonları olduğunu. Bu nedenle gelirlerdi tankla topla, süngüyle “ bu ne cüret, hem de bir meyva ağacı, bak sen şu asiye! biz boşuna mı yaktık, hem de alayını he taa yüz elli sene önce” diye bağırırlardı. Yutmaz onlar böyle numaraları. Çünkü yarın dikilir tam karşılarına boy veren her ağaç, hem de her dalıyla her meyvesiyle her tohumuyla ve o meyveleri yiyen her insanla. Öyle ya bugün erik diken yarın nar diker, ceviz diker sonra toprağı onun sanar da hep birden hep bir ağızdan “Welat” der.

Hakimin karşısına diktiklerinde onu, yüzü gözü mosmor harap edilmiş o genci işkenceden farksız sorgulardan sonra götürüp attıkları Eskişehir tabutluğundaki ilk hücresindeyken biraz daha boy vermişti o filiz. Ya da baskın yaptığında gardiyanlar vatan millet edebiyatı ve tekbir çekerek ve ellerine tahta kalaslarla döve döve  yoldaşlarını öldürdüklerinde uzamaya başlamıştı erik fidesi işkencelere direnerek, direndiğini bilerek ve direndiğini kimseler bilmiyorken.

Suyun sesi taşın da sesidir. Bir derenin bir çağlayanın sesi sadece suyun sesi olabilir mi? Hiç payı yok mudur bu seste içindeki irili ufaklı onca taşın kayanın? Yani suyun bile en az bir ortağa ihtiyacı var sesini duyurabilsin diye. Çünkü bir ses en az iki kişiye aittir. Bu yüzden konuştuğumuzda asla kendimiz için konuşmuyor ve tersinden sustuğumuzda da sadece kendimiz için susmuyoruz. Su akmazsa kayanın da suyun da sesi duyulmaz. Belki biri çıkıp der ne alakası var bunların erik ağacıyla? Ağacın toprağa ihtiyacı vardı ama bu onu özel kılmaya yetmezdi. Milyarlarca aşk yaşandı da niye sadece Mecnun gibiler akıllarda kaldı. Suyun sesi çıkarması için taşa, ağaçların da rüzgara ihtiyacı var. Yine de itiraz edenler olacaktır. Aslında sessiz akan derelerin sularını sevdiğini söyleyecektir Mecnun’a değil kader kısmete inanarak. Onlar için söyleyecek söz bulmak zor. Zaten anlatırsın anlamazlar, söylersin duymazlar, gösterirsin görmezler. Adeta sadece yaşamaya ve ölmeye gelmişlercesine, kalmaya hiç niyetleri yoktur. Sormaz mısın, sormaz mı, sormazlar mı kendilerine “ ölmek için mi doğduk biz, ben, o”. Dönüşünce bir kez omuzlarının üzerindeki o yuvarlak yarı kıllı şey dönüşünce beton gibi, demir gibi ağırlığa cezası da bu olur. Artık ömür boyu taşımak zorundalar bu ağır şeyi. Bu nedenle abartıyoruz böyle şeyleri altı üstü bir erik ağacı yetişmiş, sanki ölümsüzlük meyvesi veriyor, hayat işte hepsi bu, hem saçma hem günah.

Oysa bilmezler onlar

Bilmezler dostum, arkadaşım, annem ve sevgilim

Bilmezler.

Sesler nerede çoğalır. Yankı nerede olur. Taşa mı çarpmalı her yürek, taştan taşa mı duyulsun diye sesi

Bilmezler

Oysa sesin bende çoğalır dostum, arkadaşım, sevgilim, can yoldaşım

Bilmezler!

Sesim sende çoğalır yoldaşım, annem annem, işçi kardeşim

Bilmezler!

Sesin bende sesim sende yankılanır. Yüreğin bana çarpar yüreğin yüreğime. Sedanım senin, aksi sedamsın. Belki bir taksi şoförü, renoda işçi ya da daha bir saat önce yeni doğum yapmış genç bir annesin belki de Cudi’de yaralı bir gerilla, belki ilkokuldan sınıf arkadaşım, arkadaşımın arkadaşı, sen henüz tanışmadığım ya da çoktandır tanıştığım arkadaşımsın. Her kimsen isterim ki sesinin yankısı olayım. Zor değil hiç tanımadığım arkadaşım, dostum sana dünyanın en kolay eyleminden bahsediyorum. Hep yalan söylediler sana zor dediler hep imkansız kıldılar. Ama gerçek tam tersiydi; insan insana güvenir, dostudur insan insanın. Var olamazdı insan insansız olamayacak da. Unut Habil ile Kabil’in kısasını. İnsan insana düşman olarak başlamadı hikayesine ya da başlatmadı. Birlikte çizdiler mağaralara nasıl birlikte mamut avladıklarını. Yarın birlikte gidecekler başka galaksilere. O yüzden dostumsun benim hiç tanımadığım dostum. Dost olarak başladık sonradan icat edildi düşmanlık. Yalana inanmak kolay gerçeğe zor. Yalnızca kurgu yalnızca bir öykü diyeceksin. Belki ama çok azı. Keşke hepten kurgu olsaydı. Keşke o işkenceler olmasaydı. Mesela elektirik verilmeseydi o gence mesela atılmasaydı Eskişehir tabutluklarına mesela yoldaşları katledilmeseydi gözlerinin önünde. Bir o genç mi daha niceleri var onun gibi. Evet o genç ama bu sadece bir tesadüf kurgu değil bu gerçek. Erik ağacı mı? O da gerçek hala köyün tek meyve ağacıdır. İnanmayan gider ve görür. Evet üstelik o ağaç hala o gencin adıyla anılıyor. Bizzat dikmemiş ve hiç görmemiş olmasına rağmen. Şimdi orada yirmi yıl sonra ve dalları erik dolu. Ama işte hala orada dikenli teller, kışlalar, üstünde “durma, bekleme, çek git lan oğlum, bak çekecem tetiği…” yazılar yazan uyarı levhaları duruyor… Hala asfalt yolun bitimine kadar onların, sonrası bizim. Yeni mahalleler eklendi şehre, yeni sokaklar hepsi toprak, o yüzden hükmü yok asfalt tarafındakilerin. Mevziler de hala oradalar çirkin canavarlar gibi ağızları hala aç. Hala içiçe kemikler Kürdü, Rusu; Türkü, Ermenisi vurdukları gibi birbirlerini vuruldukları o ilk halleriyle yatıyorlar koyun koyuna ve elbette onlardan önce ölmüş onları bekleyen ana, baba, eş ve sevgilileri kimleri varsa onlar. Osmanlı yok artık Rus çarlığı da. Ama ardılları hala aynı iki yüzlülükle kutsal saydığını söyleyip duruyorlar. Bu hanedanları ve beyninden çok işkembelerini besleyen profesörler kitaplarca döktürüyorlar palavraları bu mevzilerden hareketle. Oysa hiçbiri umursamıyorlar, zerre kadar hem de orada can verenlerin hiçbirini. Mevziler hala açık hala çimenler çiçekler uzak duruyorlar oralardan.

Bir gün görürseniz erik ağacının yanındaki gül ağacını işte o zaman o genç geri dönmüştür.

Ergül ÇİÇEKLER

10 Ocak 2017