EY ÜLKEMİN EMİLE ZOLA’LARI BURAYA BAKIN
“Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi – Görüş Günlerinde Büyüyen Çocuklar” adlı kitap hapishaneye ulaştı. Kitabı acilen okudum. Kitapta kendimle ilgili bölümler dahil, her konu sorunlar ve sorular yığını olarak yeni araştırmalara açık. Adil Okay’ın çalışması sadece sorunları göstermek olmuş. “Bu ülkede bunlar da yaşanıyor görün, duyun” denilmiş. Bir noktada araştırmacılara yol gösterilmiş, kaynakça sunulmuş. Ülkemizin karadeliklerinden bazıları deşilmiş. “Ey ülkemin aydınları, Emile Zola’ları buraya bakın” denilmiş. “Edebiyat mı, şiir mi, araştırma mı, inceleme mi, hukuk mu hepsi burada! Alın! İşleyin” denilmiş. Öncelikle yazarın eline sağlık demeliyim. Tarihe düştüğü notla ülkemizde karanlıkta kalan olaylar görünür kılınmış. Ama daha nice görünmeyen karanlıkların da olduğu hatırlatılarak. Ne diyelim: Darısı yeni çalışacakların başına. Yeni arayışlara, keşiflere…
Kitabı okurken hapishanede yalnız olmadığımı bir kez daha gördüm. Fatma Tokmak, Gebze cezaevinde yatarken oğlu Azat yanımıza çok geldi gitti. Benim çocuğum İmran da kadınlar koğuşuna gitmişti. Gebze’de çocuklar baba ve anneleriyle belli dönemlerde kalabilmişlerdi. İmran yanımda bir aydan fazla kaldı. Orada onlara oyuncaklar yaptık. Hani domates, üzüm kasaları gelirdi. Onları söker biçimlendirir, tahtadan arabalara çevirirdik. Çocuklar onlarla oynarlardı. Çamaşır leğenlerine su doldurur onlara havuz yapardık. Üşümesinler diye su ısıtıcısında su ısıtır havuzlarına dökerdik. Her gün koşmaktan kan ter içinde kalırlardı. Tabi her akşam büyüklerle voltaya çıkarlardı. Elleri arkalarında, tıpkı büyükler gibi gidip gelirlerdi. Azad ile İmran’ın, iki tutsak çocuğunun, cezaevi arkadaşlıkları unutulamaz.
Kitapta işlenen konular – yaşamlar birbirinden farklı gibi görünse de benzer yanları oldukça fazla. Hepsinin ortak noktasında politik ceza, keyfi cezalandırma var. Politik cezalandırmada hukuk değil, niyetler konuşur. Önyargıların egemenliği hüküm haline gelir. Ve kitapta, o ön yargıların egemenliği altında kalan insanlardan örnekler sunularak geniş alan gösterilmiş. Bu insanlar bu ülkede yaşıyorlar ve hayata dair beklentileri var, daha güzel bir dünya ütopyasıyla mücadele ederken içeriye düşmüşler, onların içeride olması neyse ya çocukların suçu ne denilmiş. Aile boyu cezalandırmaya dikkat çekilmiş. Toplum olarak kanıksanan, doğal sayılan bu trajedilerin doğal olmadığı gösterilmiş. Suç ve suçluluğun nasıl algılanması gerektiğine göndermelerde bulunulmuş. Belki burada yazar, daha açık bir ifadeyle “asıl suçlu kim” demeliydi.
Geçenlerde TV’de izledim, Beşiktaş iskelesinde yaşanan bir olay vardı: Olay bir yönüyle teknolojinin insana hakimiyetini, diğer yönüyle insanların duyarsızlaşmasını gösteriyordu. Adamın biri gemiden inerken etrafına hiç bakmadan telefonla konuşuyor ve denize düşüyor. Teknolojinin insanları duyarsızlaştırdığına, esir ettiğine iyi bir örnekti. Daha öncede Beyoğlu’nda bir insanın bir grup tarafından evire çevire dövülmesinin görüntüsünü izlemiştik. İnsanlar tepki göstermez, bakıp geçerken bir köpek saldırganlara havlayarak tepki gösteriyordu. Ben de bu olay üzerine, “kim hayvan kim insan” diye bir yazı yazmıştım. Aynı şeyi suya düşen adamı kurtarır gibi yapıp da kurtaramayan insanların duyarsızlığında görmüştüm. İnsanlar arasındaki ilişkinin erozyon yaşamasına hem şaşırmış hem üzülmüştüm.
İşte o erozyon hali, hukuksuzluk süreçlerinde aynı biçimde suratımıza çarpıyor. ÇHD üyelerinin tutuklanmasıyla yaşanan tepki yetersizliği de, sokaktaki insan ilişkisisinde ortaya çıkan erozyonla bağıntılıdır. Elbette egemenlerin yargısı taraflı, elbette hukuk guguk haline gelmiş. Ancak en önemli olan duyarsızlıktır. Yıllardır süren baskı, şiddet insanların duyularını iyice öldürmüş… tepkisizleştirmiş…
Sonuç olarak, “Ben çıkana kadar büyüme e mi – Görüş günlerinde büyüyen çocuklar” adlı çalışma bana bunları düşündürdü. 01. 02. 2013
Tahir Canan
M Tipi cezaevi B-8 Bandırma / Balıkesir
Künye: “Ben çıkana kadar büyüme e mi – Görüş günlerinde büyüyen çocuklar”, Adil Okay, NotaBene yayınları, Ankara, Ocak 2013.
- 9 gösterim