Merhaba Sevgili Adil Okay;
Yoğun uğraş ve koşuştırmalar arasında yazdığın kartını aldım. Çok sağol. Dost yüreği bir başka atıyor. Yığınla işin arasında zaman bulup yazıyor. Bilirsin mahpuslukta, askerlikte, gurbette mektuplar hayata gülümsemeyi çoğaltır. En berbat, yaşanmaz denen zamanlarda insana güç verir. Hele mahpusa gelen her mektup, yazı, kitap ne badirelerden geçip gelirler. Uzun bir posta yolculuğundan sonra, orada postada meraklısının eline düşmezse cezaevine ulaşır. Betonarme duvarları, demir kapıları aşarak cezaevine girer. Sonra mektup okuma komisyonundan geçerli not alırsa muhatabının önüne gelir. İşte o zaman muhatabı gelen yazının nereden, kimden geldiğine bakar. Yüzdeki gülümseme de belirir. Mektup açılıp okundukça gelen haber veya bilgiye göre yüz şeklinde değişimlerin izleri ortaya çıkar. Bu durumu sen de çok yaşamışsındır gurbette. Bilirsin bu halleri.
Senin kitaplarını okurken karmaşık duygular içinde kaldım. Birçok şey gözümün önüne geldi. Özellikle Cuma Özarslan benim çok yakından tanıdığın komşum ve dostumdu. Benim terzi dükkanı, dokuma işçilerinin uğrak yeriydi. Bilirsiniz o zamanlar hayatın her alanında işte, sokakta siyasi polemikler yaşanırdı. Her siyasal anlayış kendi politik öngörüsünü açıp konuşurdu. Emperyalizm, sosyal emperyalizm, ulusal sorun, Türkiye'nin sosyoekonomik yapısı üzerine tartışmalar çok canlı yaşanırdı. Bazen halk savaşı, öncü savaşı, silahlı propaganda, ayaklanma ...vs sürüp giderdi.
Benim işyerim sol siyasi düşüncenin üssü olarak tanımlandığı için de karşı tarafın hedefi olmuştu. İşyerime faşist saldırıların ardı arkası kesilmiyordu. Birçok defa faşistler polisin denetiminde işyerimin camlarına afişler yapıştırmışlardı. Tehditlerle karşılaştım. Sindirip kaçırmak istiyorlardı. Bunu başaramadıkları için de polis tarafından tezgahlanan bazı öldürülmüş faşistlerin ciayetini üzerime yıkma tutumu geliştirdiler. Yani anlayacağın bu devlet benim hayatımı çaldı. Üzerime atılmış cinayetleri biz yaptık diyenleri dahi tanık olarak dinleme askeri mahkemelerin ne kadar “adil” bir yargı yaptığına dair küçük bir örnektir. Gerçi Türkiye'de askeri ya da sivil mahkeme çok da farketmiyor. Nihayetinde mahkemeler olaylara hukuk bağlamında bakmıyorlar. İdeolojik bakıyorlar. İnsan sol düşünceliyse düşman hukukuna göre yargılanmayı hak ediyor. Eylemi yakaladıkları insanın yapıp yapmaması çok da önemli sayılmıyor. “Nasıl olsa bu eylemi bir solcu yapmıştır! Biz de bir solcu yakaladık” anlayışıyla hareket ediyorlar. Böyle absürt bir yaklaşımla absürt yargılama ortaya çıkıyor. Sonuçları ortada. Yargıda at izi it izine karışmış durumda.
Bundan birkaç ay önce öğrendiğime göre bana ceza verien cinayetten (1980'de) Abdullah Öcalan da 1999 yılında ceza almış. Daha önce 1980'de olayı biz yaptık diyen de PKK'lilerdi. Bunlar mahkemede tanık olarak dinlenmiş serbest bırakılmışlardı. Ben olayı hiç kabul etmediğim gibi, olayı gazetelerden okumuştum, ama ceza almıştım. Ceza almama da cezaevinden firar gerekçe sayılmıştı. “Suçsuzsa niye firar etmiş?” diyorlardı. Son çıkan A. Öcalan kararıyla iş tam bir keşmekeş halini aldı. Benim hiçbir dönem PKK ile ilişkim yok. Bunu dostlar da düşmanlar da biliyor. Hadi devletin yargısına hukuk diyelim! Diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Önümüzdeki günlerde iade-i mahkeme talebimiz olacak. Sanırım avukatım yazısını tamamlamak üzere. Dilekçesini tamamladıktan sonra mahkemeye başvuracak. Sonuç ne olur bilemiyorum. Bunu anlatmamın nedeni benim işlemediğim bir suçların hükümlüsü olduğumu anlatmak. Gerçi bunu çok defa dile getirdim. Ama benim yazımdan öğrenin istedim. (1979'a ait sana bir de gazete kipürü gönderiyorum; durumun ne olduğunun net görülmesi için.)
Biyografin niteliğindeki kitapları okurken küçük bir kızın olduğunu anladım. Ona küçük bir şal gönderiyorum. Sana da mahpus işi bir boncuk tesbih. İyi günlerde kullanın. Mahkemeden karar geldi 2016 tahliye demişler. Ama temyiz ettim. Detayı basında yer almıştı zaten. Esenlikle ve dostça kalın. Eşine, çocuklarına da sevgiler, selamlar.
Tahir Canan
- 9 gösterim