“İçinden geçilen süreç, hemen her kesimin OHAL'in nimetlerinden faydalandığı dönem olsa gerek. Nimet bu noktada olumlu ve olumsuz anlamlar kazanıyor. İktidar çevresi ve kapitalist sermaye açısından olumludur. İktidar, iktidarını tesis ediyor, Kapitalist sermaye de kâr ediyor, işçileri rahat sömürüyor. Ahmet’in yok yere tutuklanması, Kürt Mehmet'in baskı görmesi, tutsak Ayşe'nin tel örgü-kafes-altında yaşaması çok da umursadıklarından değil.”
TAYYAR EROĞLU
2 NO'LU F TİPİ HAPİSHANE A İ -139
TEKİRDAĞ
Adil Hocam, Merhabalar
Zamanı kovaladım, zaman da beni. Derken, sürerken bu kovalamaca ara epey açıldı. Yüzdelik payda da benim kefe daha fazla olduğunu belirtmeliyim. Affınıza sığınmaktan başka bir şey düşünemiyorum...
Yaşanan sürecin ağırlığına rağmen umuyor ve diliyorum ki her bir şey yolunda ve yerli yerindedir. Bizler... Tabi ki de düşlerimiz gibi genç, diri, dinamik... uzatmayayım meramım hasıl oldu :))
Anlatacak şeyler birikti haliyle. Heybe dolu. Mesele şu ki hangisinden başlamalı? Ortaya karışık da yapılabilir sanki bilemedim.
Son bir buçuk yılın bir yılı benim cephemden yoğun geçti. Makale anlamında daha çok üretmem gereken bir süreçti. Zaman tasarrufu da yapmam icab ediyordu, haliyle ilk mektuplardan kestim. Haftada iki üç makale yazmak epey zorlayıcıydı. Son altı ay görece bir rahatlık dönemi, rampayı çıktıktan sonra vücuda gelen rahatlama gibi...
Çalışmayı seviyorum, teknolojik imkanların kısıtlı oluşu, özellikle yazı çalışmalarında yoğun emek sarf etmemize neden oluyor. Marx'ın yazılarını çoğaltan Jenny Marx geliyor aklıma. Sadece bir metni onlarca kez çoğaltıyor. Bazen sırf bir kelime değiştiği için. Okuduğumuz Marksist külliyatın Marx'a ait olan eserlerinde Jenny'nin muazzam bir emeği söz konusu. Mecburi olarak biz de çoğaltma yapmak zorunda kalıyoruz. A4 kağıda yazılmış bir makaleyi üç kere çoğalttığında aşağı yukarı 6-7 saati alıyor. Konusuna göre bu zaman değişiyor. Matematiği bazen "sevmiyorum" :))
Oysa ki teknoloji bu zamanı yarı yarıya indiriyor. Ama biz ortaçağ daha yeni çağa geçemedik. Üstüne uzun dalga frekanslı radyolarda toplatıldı. Sadece FM bandlılar kaldı. İşte durumu TV'nin LCD olması, ketıl ve buzdolabı kurtarıyor. Onları da üretim araçlarının gelişmeye başladığı, yaygınlaşmadığı yakınçağa atfedebiliriz.
İçinden geçilen süreç, hemen her kesimin OHAL'in nimetlerinden faydalandığı dönem olsa gerek. Nimet bu noktada olumlu ve olumsuz anlamlar kazanıyor. İktidar çevresi ve kapitalist sermaye açısından olumludur. İktidar, iktidarını tesis ediyor, Kapitalist sermaye de kâr ediyor, işçileri rahat sömürüyor. Ahmet’in yok yere tutuklanması, Kürt Mehmet'in baskı görmesi, tutsak Ayşe'nin tel örgü-kafes-altında yaşaması çok da umursadıklarından değil.
AKP/Erdoğan tamamıyla içe kapalı bir politika izliyor. Baskı ve şiddetin kullanılmasını kaçınılmaz kılıyor bu durum. Sınıflı toplumlarda, egemen sınıf olan burjuvazinin klasik iktidar olma, kalma, koruma refleksi bu. Güçlü olmanın değil güçsüzleşmenin refleksidir aynı zamanda. Bu pencereden hiçbir iktidar kurtulamadı. Şu an egemen sınıflar arasındaki çelişkinin ürünü olarak baskı ve şiddet ortamı yaşanıyor. Tabiki her zaman olduğu gibi fatura ezilen halklara kesiliyor. Dışarıda, içeride Muhalif olan kim varsa payına düşeni, nimetini alıyor. İçeridekilerin hakları kısıtlanıyor, dışarıdakinin de.
Bu atmosfer insanlarda çok farklı duygular uyandırır, ikili, eşzamanlı yaşanan duygularda söz konusudur. Umutsuzluk, yılgınlık, yeislik, bıkkınlık, bunalım vs. vs. vs. Ve bunların tam tersi direngen, militan ruhi şekilleniş ve de araf durumu. "Barış" zamanları, yani burjuvazinin faşist değil de "demokrasi" yüzünü gösterdiği zamanlardaki direnişin sesiyle, faşist yüzünü gösterdiği zamanlardaki direnişin sesinin bir ve aynı olmadığını düşünenlerdenim. İkincisi, içinden geçtiğimiz süreçteki direnişin sesi daha bir içli daha bir güzeldir. Zir bu ses her türlü duygudan bir arının her çiçekten, beslenmesi gibi beslenir.
Okuma notlarımı düzenlerken, hayvanların ilk evcilleştirildiği dönemde insanlar ceylanları evcilleştiremediğine tekrar rastladım. 15 metre yükseğe sıçrayabilen ceylanları bir türlü zapt edememişler. Daha uysal hayvanlara yönelmişler haliyle. Ceylanın tutsaklığa karşı gösterdiği irade ve direnci düşünür halde buldum kendimi. İnsana karşı ceylanın tamamıyla içgüdüsel refleksi, korunma, hayatta kalma mücadelesi.
Basit bir analoji olarak görülebilir fakat insanın kendisine mahkum olma-olmama durumuyla düşünüldüğünde ve içinden geçilen sürecin olumsuz duygusal etkilenmesiyle yanyana getirildiğinde bir derinlik kazandığı kanaatindeyim...
"Avlu" diye bir dizi başladı, hani daha fragmanının bile gündem olduğu dizi. İlk bölümde mafyatik karakter "korkan insanları severim, onlara her şeyi yaptırırsın" derken tam da sınıflı toplumu karakterize eden bir repliktir. Egemen sınıflar ezilen sınıf ve kesimlerde en çok sevdikleri şey korku-korku yaratmaktır. 7 Haziran seçimi sonrası savaş politikasıyla birlikte düşündüğümüzde durum daha somut anlaşılacaktır kuşkusuz.
Korkunun en yoğun hissedildiği an ölüm noktası olsa gerek, fakat onun da bir sınırı var. Bir raddeden sonra tam tersine dönüyor çünkü, ölüm bir anda o korkuyu yaratan ve yayanların celladı-azraili oluveriyor. Bir kıssa geldi aklıma. Napolyon Mısır işgalinde istediğini alamayınca Akka ve Suriye'yi işgal eder. Suriye'ye bir generalini bırakarak geri Fransa'ya döner. General terör estirir, çağının Dehaq'ı olur. An gelir ve Halepli Süleyman adlı biri çıkar bu Generali öldürür. Yakalanır, kazığa geçirilir. İşkence esnasında hiç gıkı bile çıkmaz...
Tarihi anarken ne kadar baskı, şiddet, zulüm var ise o kadar ondan daha fazla direniş var. Ezenlerin tarihi karşısında ezilenlerin tarihi bugüne ışık tutuyor aslında. Zira en koyu gericilikten devrimler yaratıldı...
Yaşanılan sürecin uluslar arası alanla bağı kurulduğunda, kapitalist emperyalist sistemin birden çok krizi aynı anda yaşamasının yansımaları çıkıyor karşımıza. Dün bir elin parmağı kadar insan üçüncü dünya savaşından bahsediyordu, bugün herkes Emperyalistler arası çelişki derinleştikçe, Suriye'deki savaşın bir iç savaş olmayıp bir paylaşım savaşı olduğu daha bir anlaşılır hale geldi. Yani, "Vekalet Savaşı" tanımını kullananlar sanırım artık bu kavramdan vazgeçti. Geçmediyse geçmeli... En başından beri, ABD'nin BOP eksenli projesinin Rusya ve Çin'i engelleme projesiyle bütünleşmesi ve "Arap Baharı" denilen sürecin bu noktada bulunmaz bir fırsata çevrilmesi Suriye'ye müdahalenin emperyalistler arası bir paylaşımın ürünü olduğunun kanıtıydı. Bu açık gerçekliğe karşın sağ kulağı başın üzerinden sol elle tutma gayreti gösterenler çok oldu. Haliyle bugüne gelindiğinde çark edenlerde...
Gelinen aşama üçüncü paylaşım savaşını daha bir yaklaştığını söylüyor. Dünya pazar alanlarının paylaşımındaki sorun, ABD ve AB'deki krizin devam etmesi, kar oranının düşmesi gibi etmenler arasında kapitalist-emperyalist sermaye açısından belirleyici olan kar oranının düşmesidir. Lenin'in vurgusuyla "paylaşılan alanların yeniden paylaşımı" politik iradeden çok, kar oranına bağlıdır. Trump'ın savaş kabinesi kurması, Fransa'nın orta doğuda daha aktif olması, Putin'in %90 oy oranıyla başkan olması. Ji Şinpingin Mao'dan sonra ilk defa eskiye dönüş olarak başkanlık yetkisini uzatması, savaş çıkacağı anlamından çok çıkabilecek olan savaşa hazırlık olarak atılan adımlar. Politik alan, ekonomik alandaki gelişmelere göre dizayn ediliyor.
Kapitalist-emperyalist sistem, ekonomik kriz, hegemonya krizi, iklim-çevre krizi su ve gıda krizi gibi bir çok krizi aynı anda yaşıyor. Bu da kapitalist sistemin kendisini devam ettirmede zorlandığı-zorlanacağı anlamına geliyor. Kuşkusuz ki yıkıcı darbe bu krizlerden birinden gelmeyecek-olmayacak. Kapitalizm öncesi toplumsal sistemler yaşadıkları krizde son darbeyi o krizlerin vurmadığı gibi... Bu darbe günümüz açısından tarihsel sorumluluğu omuzunda taşıyan enternasyonel proleteryaya aittir.
Karanlık ne kadar koyu olursa olsun, tarihsel gerçeklikten kaçış yoktur. En azından tarih dahaca tanık olmadı...
Şimdilik bunları diyeyim. Sınırlı imkanlarla süreci takip etmeye çalışıyoruz. Günlük gazete dışında dışarıdan kitap dergi vb. olmayınca düşüncenin uzandığı yer anca bu kadar oluyor diyeyim. Yanımdaki arkadaşımda sana yazacaktı fakat aynı zarfta posta yollanamıyor. Haliyle ben ayrı arkadaşım ayrı yollamak zorundayız. Yan tarafımızdaki arkadaşlar sohbete çıkmışlar;" şeytanınız bol olsun" dedim. "Ayda bir olunca bol olmuyor" dedi :)) 1940-50'lerde ziyaretçiler ta koğuşlara gelebiliyormuş. Şimdi de öyle olsa belki görüşme şansımız olurdu, sana kantinin sınırlı olanaklarıyla mezeler hazırlardık tabi ki. Az ama öz olurdu diye teskin edeyim kendimi :))
Sıkıca kucaklıyor selam ve sevgilerimizi sunuyoruz, herkese...
Umutla ve Dirençle
Tayyar Eroğlu
- 6 gösterim