Yazılar

Tutuklu öğrencilerin sınavları dahi 'örgütsel faaliyet' sayıldı!

Aylardır Sincan Cezaevi'nde tutuklu bulunan Tıp Fakültesi öğrencilerinin sınavları dahi suç sayıldı.

CHP Cezaevi Komisyonu üyeleri KCK operasyonları kapsamında tutuklu bulunan Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Öğrenci Komisyonu üyesi de olan Gazi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerini, Sincan Cezaevi’nde ziyaret etti. 4.5 aydır cezaevinde olduklarını, tıp fakültelerinin “yarıyıl bitirme sınavı” türü olarak uyguladığı “komite sınavı” ile “halk sağlığı stajı”nın “örgütsel faaliyet” kapsamına sokulduğunu anlattılar.

Cumhuriyet gazetesinden Ayşe Sayın'ın haberine göre, Veli Ağbaba, Candan Yüceer ve Nurettin Demir’den oluşan CHP Cezaevi Komisyonu üyeleri Sincan Cezaevi’nde yaklaşık 4.5 aydır tutuklu bulunan 13 öğrenciden 10’uyla yaptıkları yüz yüze görüşmenin ardından rapor hazırladı. Raporda, öğrenciler özetle şu ifadelere yer verdi.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 6. sınıf öğrencisi Özgür Mert Bakan, silahlı örgüt üyesi olmaktan yargılanmasına rağmen hayatında hiç silah görmediğini, SES ve TTB’ye gidiş-gelişlerinin sorgu konusu edildiğini anlattı. Tutuklanma nedeni ise sağlık muhalefeti içinde yer almasında ve Kürt olmasına bağladı.

Anket suç unsuru
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 6. sınıf öğrencisi Ahmet Demirel, okulunu bitirmeye 3 hafta kala tutuklandı. Mahallelerde, köylerde sağlıkla ilgili 25 maddelik anket yaptıklarını ve bu anketin SES’in faaliyetleri arasında olduğu söyleyen Demirel, okul stajları veya SES’in Halk Sağlığı Komitesi ve kendi stajlarının örgütsel faaliyet olarak görüldüğünü söyledi.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 6. sınıf öğrencisi Birhat Şimşek, fakültede “komite usulü sınav” olduklarını, bu sınavlar hakkında telefon görüşmelerinin örgütsel bir suçmuş gibi kendilerine yöneltildiğini belirtti. “Komite usulü sınav”ın Gazi ve Hacettepe Tıp Fakültesi tarafından uygulandığını ve bunu bilmeyen polisin ise durumu örgüte bağladığını belirtti.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 6. sınıf öğrencisi Mustafa Akın, “sağlık algı anketi” yaptığını ve bu anketin sorgu sırasında bir suç unsuru olarak değerlendirildiğini söyledi. Sağlıkla ilgili yürütülen faaliyetlerin hükümeti devirmeye yönelik bir eylem olarak değerlendirildiğini, SES ve TTB dahilinde yürütülen faaliyetlerin terör faaliyeti olarak değerlendirildiğini anlatan Akın, 3 ay boyunca takip edildiğini söyledi. 3 ay boyunca Sıhhiye, Kızılay ve Cebeci üçgeni dışında hiçbir yere gitmediğini, bu üçgen arasında dolaşan birisinin nasıl örgüt üyesi olduğunu sordu. Aynı fakülteden, Tuncay Gökmen, yaptıkları anketin sonucunda hükümetin çalışmalarının beğenildiği sonucu çıktığını, bunu yayımladıklarını ancak yine de “hükümeti devirmeye yönelik eylem” olarak değerlendirilmesinin anlamsızlığına dikkat çekti.

Kaynak: sol.org.tr

Mamak Cezaevi'nin İşkenceci Müdürü Raci Tetik: Pişman Değilim

12 Eylül Mamak Cezaevi Müdürü Emekli Albay Raci Tetik, Darbe Komisyonu’na ifade verdi. Tetik’i sorgulayanlar arasında işkence yaptığı BDP’li Önder de vardı. Önder yaptığı işkenceyi sordu, Tetik ‘hatırlamıyorum’ dedi. 

Hadi Voltacılık Oynayalım / Zeynep Kuray

Zeynep Kuray 07:30 / 20 Ekim 2012 Bakırköy Cezaevi

Bakırköy Cezaevi’nde “Hayat Güzeldir” filmini anımsatan bir dram yaşanıyor. Kapatılan DTP’nin Gebze eski ilçe başkanı Meral Kurum boş bir iddianameyle 11 yıl hapse mahkum edildi. 3 yaşındaki oğlu Renas, cezaevini annesinin işyeri sanıyor, “voltacılık” oynuyor, leğen ve çekpas sopasıyla oyuncak yapıyor.

Türkiye'deki çarpık hukuk sistemi sadece kadınları değil, çocukların da yaşamını altüst etmeye davam ediyor. Bunun yeni bir göstergesi de Bakırköy kadın kapalı cezaevinde hükümlü bulunan DTP'nin Gebze eski İlçe Başkanı Meral Kurum ve oğlu Renas'ın yaşadığı çifte dram.

2007 yılında DTP Gebze İlçe Başkanlığı görevini yürüttüğü sırada, sık sık polisin baskısıyla karşı karşıya kalan Meral Kurum, eylem hazırlığı içinde oldukları öne sürülerek gözaltına alınan 6 gence eylem talimatı vermekle sulandı. Kurum, 4 İlçe yöneticisiyle birlikte gözaltına alınmıştı.

Kurum, üzerine atılı suça ilişkin hiç bir somut delil bulunmadığı için çıkarıldığı Gebze Nöbetçi Asliye Ceza Mahkemesi tarafından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılsa da davanın İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesine taşınmasıyla her şey değişti.

Yeni doğan oğlu Renas'ı kucağına aldıktan bir yıl sonra 2010’da "PKK örgütüne üye olmak” ve “patlayıcı"dan 11 yıl hapse mahkum edilen Kurum'un cezası Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onaylanınca, hayatı bir anda altüst oldu.

3 YAŞINDAKİ RENAS CEZAEVİNİ İŞYERİ SANIYOR

2012 yılının Şubat ayında tutuklanan Kurum ve henüz 3 yaşındaki oğlu Renas için, bu durum eziyetin başlangıcı oldu.

Annesi ve siyasi kadın tutsakların yoğun çabasıyla cezaevini, annesinin iş yeri sanan Renas'ın yaşadıkları, Roberto Benigni'nin "Hayat Güzeldir" filmini anımsatıyor. Bu film, II. Dünya Savaşı zamanında karısı ve oğlu ile birlikte Yahudi kamplarına götürülen Yahudi bir babanın ve peşinden giden İtalyan bir annenin, çocuğunu korumak için yaptığı sayısız özveriyi anlatıyor

Renas da 15 gününü dışarda babasının yanında, 15 gününü parmaklıkların ardında annesinin yanında geçiriyor. Oyuncak, boya kalemlerinin alınmadığı Bakırköy Cezaevinde leğen ve çekpasla kendine oyun üreten Renas'ın en sevdiği oyun ise volta atmak.

Siyasi kadın tutsaklara, "Hadi gelin voltacılık oynayalım" diyen Renas, günlerini kollarını arkasına kenetleyerek volta atmakla geçiriyor.

Gardiyanlardan korktuğu için cezaevinin kreşine gidemeyen ve her an annesinden koparılma endişesiyle yaşayan Renas'ın sık sık annesine, "Anne artık burada çalışmayı bırak" demesi ise tüm yaşananları özetliyor.

KAÇAK YILLARIN BAŞLANGICI

2010 Haziran ayında 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 11 yıl hapis cezası aldığını öğrendiğinde hayatının tamamen değiştiğini, kendisi ve o zaman bir yaşındaki oğlu Renas için kaçak günlerin başlangıcı olduğunu belirten Meral Kurum, yaşadığı süreci şöyle anlatıyor:

"Çocuğumla birlikte sürekli saklanarak ve kaçarak yaşamak zorunda kaldım. Böylesi hukuksuz bir yargılama ve cezayı Yargıtay’ın bozacağına inandığım için sabredeyim dedim. Oğlum ile birlikte 3 gün arayla farklı arkadaşlarımda kaldım. Renas bu koşullarda ilk adımlarını attı. Hukuksuzluğa bir yıl sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesi ortak oldu ve cezam onandı. Tek başıma olsam her şeyi göğüsleyebilirdim ama oğlum Renas da aynı süreci benimle yaşadı. 2,5 yaşına kadar tecrit ortamında, yaşıtlarından ayrı yaşadı. Parka gidemiyordu. O korkuyu o küçük yaşında her an hissetti. Bir çocuk gördüğü zaman peşinden ağlardı. Anlam veremese de o travmayı derin yaşadı.”

KÜRTÇE KONUŞTUĞUM İÇİN LİNÇ EDİLDİM

Kurum anlatmaya devam ediyor: “Son olarak başka çarem kalmayınca Renas'ı babasının yanına bırakıp, 2012 Şubat ayında aynı davadan ceza alan kadın bir arkadaşımla birlikte Edirne'den kaçak yollarla çıkmaya çalıştım. Aslında bu benim tercihim değildi, Renas'ın geleceğini düşünmek zorunda kalmam, beni böyle bir seçeneğe zorladı. Edirne'de yakalandım ve Edirne kapalı cezaevine götürüldüm. Siyasi kadın koğuşu olmadığı için benimle birlikte yakalanan arkadaşımla beraber 10 gün adli mahkumların yanında kaldık. Orada yaşadıklarım ayrı bir travma. Kimliğimden kaynaklı adli mahkumların saldırı ve linçine maruz kaldım.

Cezaevinin fiziki koşulları zaten anlatılacak gibi değil. İnsanı insan olmaktan çıkaran manzaralarla karşılaştım. Birlikte tutuklandığım arkadaşımla cezaevi idaresinin kışkırtmasıyla linçe maruz kaldık. Aramızda Kürtçe konuştuğumuz için öldüresiye darp edildik. Kendimizi güç bela koğuş dışına attık. Üstüne üstlük bizim onlara hakaret ettiğimizi söylenerek şikayetimizi geri çekmemiz için tehdit edildik. Yaşadıklarımızın etkisiyle şikâyetten vazgeçtik. Öyle bir saldırıyorlardı ki tek düşündüğüm bir daha oğlumu göremeyecek olmamdı.”

YARALI HALDE APAR TOPAR BAKIRKÖY'E SEVK

“İki gün sonra yaralı halde apar topar bizi sevk ettiler. Ben Bakırköy'e, diğer arkadaşım Fidan Bendeş Gebze Cezaevine sevk edildi. Bakırköy cezaevine geldikten sonra oğlumu yanıma almak için yaralarımın iyileşmesini bekledim bir süre. Sonra oğlum geldi. Şimdi 15 gün benimle, 15 gün babasıyla kalıyor. Renas sevgi dolu bir çocuk. Ancak doğduğu günden itibaren çok değişik koşullar altında yaşadı. Bunun yeni yeni bilincine varmaya başlıyor.

'ANNE ARTIK BURADA ÇALIŞMA!'

Ona buranın benim işyerim olduğunu söyledim. Sık sık, ‘Anne artık burada çalışma’ diye sitem ediyor. Havalandırmada volta atmayı öğrendi. Oyunları bile o yönlü. ‘Hadi görüşe çıkma oyunu oynayalım’ diyor. Bir yerden beni özlerken, diğer yerden babasını özlüyor. ‘Niye bir arada değilsiniz?’ gibi sorular soruyor.

LEĞEN VE ÇEKPASTAN OYUNCAK

Bir çocuğun gelişmesi için lazım olan boya kalemleridir, oyuncaklardır; ancak hiçbir şey içeriye alınmıyor. Gardiyanlardan korktuğu için kreşe gitmeği istemiyor. Hep bizim yanımızda kaldığı için çocuklarla anlaşamıyor. Büyüdükçe sorunları çoğalıyor ancak buna çoğu zaman cevap vermekte zorlanıyorum. Cezaevinin koşulları büyükler için bile çok yetersizken, bir çocuk için hiç yok gibi. Kendine leğen ve çekpas sopasıyla oyun üretmeye çalışıyor. Yaşadıklarıyla başa çıkmaya çalışıyor kendince. Bir çocuk düşünün üstü aranınca, ‘Askerler benim kıyafetlerimi düzelti’ diyor. Ya da ‘Hadi gelin voltacılık oynayalım’ diyor. çöp kovaların da kendini çizgi film kahramanı Betem yapıyor.”

BU HUKUKSUZLUK KİMLİĞİME YÖNELİK!

Kendisine ve çocuğuna yaşatılan adaletsizliğin kimliğine yönelik olduğunu söyleyen Kurum, şöyle konuşuyor: “Bana ve çocuğuma yaşatılanlar; Bu ülkede ki adaletsizliğin göstergesi. Ben legal bir partide ilçe Başkanlığı yapan, sıradan bir hayat süren ve farkında olarak yaşamaya çalışan biriydim. Bu hukuksuzluk benim kimliğime yönelik bir uygulamadır. Bugün bir AKP ya da CHP' de siyaset yapanlar onları rahatsız etmiyor. Biz rahatsız ediyoruz çünkü farkındayız hukuksuzluğun.

Biz Kürtlere bin yıldır reva görülen anlayış şimdi 3 yaşındaki Renas'a reva görülüyor. Bu Çocuk büyüyünce ‘neden?’ diye soracak ve bunun hesabının verilmesini isteyecek. İşte Kürt sorunu aslında bu kuşaklar boyunca değişmeden bize reva görülenin bir parçası... Bizler duygu olarak bu ülkeden koptukça, çocuklarımızda daha fazla uzaklaşıyor. İstedikleri buysa buyursunlar. Tek bir delil bile olmadan, bomboş bir iddianameye 11 yıl ceza kesenlere sormak lazım: ‘Siz gerçekten ne istiyorsunuz?”

Kaynak: www.firathaberajansi.org

İktidar aygıtlarına karşı bedenler / Göksun Yazıcı

Çok uzun bir mesafeyi kat etmiş bir Zen rahibine bu kadar yolu nasıl yürüdüğünü sorduklarında cevabı oldukça kısa olmuş: “Adım adım.” Halil Savda, 1 Eylül’de “ben küçük bir adım atıyorum” diyerek Roboski’den Ankara’ya kadar gidecek barış yoluna çıktı, adım adım ilerlediği yolunda ona katılıp destekleyenlerle kartopu gibi büyüyerek Ankara’ya vardı. Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri barış yolunda yürürken bir tek Osmaniye Valisi Celalettin Cerrah’ın bıyıklarına takıldı. Osmaniye’nin “hassas bir bölge olduğunu ve diğer illere benzemediğini” ileri süren bir emniyet yetkilisi, Vali Cerrah’ın emri olduğunu söyleyerek barış yürüyüşçülerini Adana il sınırına bırakacaklarını söyledi. Cerrah ve polisleri “barışın yolu buradan geçmeyecek” diyordu. Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri direnç gösterdiğinde ise onları kelepçeleyip yaka paça emniyet otosuna bindirdiler. Çeşitli “hassasiyet”lere, “toplum barışa hazır” laflarıyla savaşı destekleyen devlet aygıtlarını ellerinde tutanlara karşı, Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçülerinin kafalarında barış fikri ve bu fikirle hareketlenen bedenlerinden başka bir şeyleri yok. Çıplak bir beden olarak duruyorlar devletin savaş aygıtlarının karşısında. Cerrah’ın ve iktidarın çocuklarının ise başka bir bedeni daha var; tam da etten kandan olan bedenleri ve özgürleştiren fikirler taşıyan kafaları yok etmek için donatılmış şiddetten başka bir şey olmayan beden —egemenin yaygınlaşmış bedeni. Egemenliğin bedeni, etten kandan olan bedenlere musallat olup onları Cerrah gibi bıyıklı yapıyor. İktidar aygıtı olan bu bıyıklar, iktidara karşı olan her bedeni neredeyse güdüsel bir şekilde tetkik edip yok etmeye yöneliyor. Ellerinde bu kadar şiddet aygıtı varken hâlâ korkuyor olmalarının sebebi, şiddet dolu ikinci bedenlerinin onlara verdiği sömürme, öldürme ve aşağılama yetkisinin kendilerine sağladığı avantajları kaybetme korkusu. Kendisini egemen addeden bir millete mensup olursa toprağın güzelliği ve hayatın zevkleri de ona ait olacak. İktidar aygıtlarının hizmetine sunulan bedenlerin bedenden çok aygıta benzemesi de ancak yok ederek, dışlayarak yaşayabilecek olmasından kaynaklanıyor. Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri yoruldular, sıcak altında kaldılar, çadırda uyuyup Cerrah’ın kelepçelerine direndiler, ama bedenleri şimdi daha bir güzel; kafalarındaki barış fikrinin bu kadar uzun bir yolu adım adım kat ettirecek kadar bedenlere güç vermesi, iktidar aygıtlarına bulanmadan varolmanın bir biçimini örnekliyor. Tüm iktidar aygıtlarından kurtulacak olursak aslında sadece beden ve zihin olduğumuzu ve zihinde de her bedeni özgürleştirecek upuygun fikirlere sahip olabileceğimizi de görebiliriz. İktidarsız, tahakkümsüz bir dünyayı kurmanın düşü, bütün bedenlerin mutlak eşitlik zemininde birbirlerine verebilecekleri tadın düşü olsa gerek. İktidar aygıtları şiddeti bedenlere nakşederek bazı bedenleri hizmetçisi yapıyor, diğerlerini de hizmetçilerinin kölesi yapmaya çalışıyor. Ama direnç yine bedenden geliyor işte, şiddeti içselleştirmeyi reddeden diğer bir beden üzerinde tahakküm kurmayı reddeden, kendi bedeninde tahakküm kurulmasına izin vermeyen bedenler ise, Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri gibi, az gidip uz gidiyor, dere tepe düz gidiyor, tam kırk gün boyunca adım adım yürüyüp Roboski’den Ankara’ya giden yolu bir barış yolu olarak kutsuyor. İktidar aygıtlarına sahip olanlar bir arpa boyu bile yol gitmemek için direniyorlar, kendi çıkarlarını bırakmamak için bedenleri yok etmeyi seçiyorlar, ama ne yaparsa yapsınlar, her bedeni yok edemeyecekler. Kimi barış yolunu yürüyerek yaratacak, kimi barış için her şeyi yapmaya göze alacak. Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri Ankara’ya hoşgeldi. Ankara’dan Roboski’ye barış yolunun taşlarını döşediler. “Roboski’yi unutursak kalbimiz kurusun!” İktidar aygıtlarının “operasyon kazası” diyerek yok ettiği hayatların mekânından iktidarın mekânı bellediği ulus-devletin başkentine giden başka bir yolun mümkün olduğunu gösterdiler. Adım adım yürüyen bedenleri tahayyül gücünü ve başka yolların imkânını açtı.

Açlık grevleri

76 hapishanede 10 bin tutsak 12 Eylül tarihinde dönüşümsüz, süresiz açlık grevine başladı. Açlık grevinin kırkıncı gününde bilinç kayıpları görülür oldu. İktidar aygıtlarına karşı yine bedenler direniyor, tutsak edilmiş özgürlüğü elinden alınmış bedenler iktidar aygıtlarının bedenlerinin her hücresine giremeyeceğini açlık grevine girerek haykırıyorlar: “Bana her istediğini yaptıramazsın!” BDP Eşbaşkanı Demirtaş, açlık grevlerini Abdullah Öcalan’ın durdurabileceğini söyledi. Açlık grevindeki tutsakların talepleri de, Öcalan üzerindeki tecridin kalkması ve barış için müzakerelerin başlaması. KCK tutuklamalarında Kürtçe savunma reddedildiği için süreç tıkanmış durumda, iktidar aygıtları “bana göre hava hoş” demeye çalışıyor. Fakat AKP’nin referandum ve seçimlerde aldığı oy oranına güvenerek “yaptım oldu” türküsünü söylemesi yine ona kaybettirecek, çünkü her ne kadar seçim sistemindeki barajla, şimdi de bölgeler ve belediye tanımlarını değiştirerek yapmaya çalıştıkları seçim hilesine rağmen “mutlak iktidar” diye bir şey olmadığını anlayacaklar. Lord Acton’un “iktidar çürür, mutlak iktidar mutlak olarak çürür” sözlerini yeniden hatırlayalım.  Amerikan büyükelçisinin Karayılan için önerdiği, Ladin’e uygulanan “yargısız infaz” önerisine BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’tan çok yerinde bir cevap geldi. Kışanak, büyükelçi ve AKP’nin  arkasında yirmi milyonun durduğu bir halk hareketini “terör” olarak damgalayamayacağını söyledi; bunun için çok uğraşsalar da. Kendini iktidar aygıtlarıyla özdeşleştiren Türk milleti de nasıl bir işbirliğine girdiğini iyice düşünmeli. On bin tutsak gerekirse ölmeye yatacaklarını beyan etmiş durumda. Eşit olarak muhatap alınmayacaklarsa ölmeye hazır olduklarını, bedenlerinin köle olmasındansa açlıkla yavaş yavaş erimeyi tercih ettiklerini söylediler. İktidar aygıtları kan ile yaşayan bedenlerin gücüyle besleniyor, fakat bu kadar ölümün altından kalkamayacağını da bilsin. Çünkü her ne kadar arkasına Amerika’nın mutlak gücünü alarak iktidarın “meşruiyet” kriterlerini burjuva temsilî demokrasisinin bile gerisine çekmeye kalksa da, yine her iktidarın “meşruiyet”e ihtiyacı vardır. Eğitim sistemini budayarak, dindar nesil yetiştirerek meşruiyetini verecek kişileri tam bir teba olarak biçimlemeye çalışsa da, onlara inanmayan ve meşru işler yapmadıklarını söyleyen insanlar olacaktır. On bin tutsağın açlık grevine kulak tıkamak toplu katliam yapmaktan farksızdır. İnsanların üzerine bomba yağdıran ve buna “operasyon kazası” diyen bir iktidarın, otuz senedir süren savaşta on binlerce insanın ölümüne kulaklarını tıkamış olan egemenin uslu çocuklarının ülkesinde, ne kadar susturulmaya çalışılsa da, bu sesler ve ölmeye yatan bedenler “kâbus” olarak geri dönecek onlara. Açlıktan bilincini kaybeden bedenleri susturamayacaksınız. İmralı’daki tecrit bir halkın sesinin ve müzakere gücünün tecrit edilmesidir; açlık grevindeki tutsakların söylediği budur. Benim sesim tecrit edildi, sesimi geri verin diyen bedenlerin açlıktan erimesine kulak tıkayanlar, sadece Kürtçeyi değil, Türkçeyi de öldürecek, çünkü kendine eşit muhatap tanımayan Türkçe katliam ve ölümden başka bir şey dile getiremeyecek. İşte bu konunun sadece “Kürtlerin meselesi” olmaması ve “demokratik tavrın” da “destek vermek”ten daha fazla bir şey olması bu yüzden. İktidar aygıtının kendini özdeştirdiği dilin içine doğanlar, yani anadili Türkçe olanlar, kendi dillerinin iktidar aygıtları tarafından zaptedilmesine karşı çıkmak zorunda. Yoksa sevgilisine “seni seviyorum” dediği dilin dayattığı ölüm ve katliamla, Türkçe sevmenin imkânsızlığıyla karşılaşacak. “Bugün hava ne güzel” cümlesi Türkçe olduğu için havayı puslandıracak. Bir dilin iktidar aygıtı tarafından ele geçirilmesi, en çok bu dilin içine doğanları yaralar, çünkü bir dil ancak “eşitlerarası” bir alan yaratabiliyorsa gerçekten dildir. Türkçenin kendisine eşit görmediği bu toprakların dillerini eşitimiz olarak duyamazsak, on bin tutsağın bedenlerinin sözüne kulak tıkarsak, aşık olmanın, dostluğun ve dünyayı kucaklamanın Türkçesi olmayacak. Açlıktan bilinç kaybına uğrayan, konuşma yetisini kaybetmek üzere olan tutsakların bedenleri eşitlik için konuşurken, bizler obez hallerimizle konuşabileceğimiz dili yitireceğiz. Bu yüzden “edi bese!” ve “yeter artık!”. Hâlâ Türkçe konuşmanın bir olanağı varsa, bu ancak Türkçedeki tüm barış ve eşitlik sözcüklerinin harekete geçirilmesiyle mümkün olabilir. Dilimizi iktidar aygıtlarına kaptıramayız!

Göksun Yazıcı

Kaynak: birdirbir.org

40. Gün / Nazan Üstündağ

Açlıktan ölecekler. Yemek yemedikleri için. Haksızlıktan, dillerinde savundurulmadıklarından, ipe sapa gelmez dosyalarla rehin tutulduklarından, barıştırılmadıklarından, kavuşturulmadıklarından.

İstanbul - BİA Haber Merkezi 21 Ekim 2012, Pazar
 
Zalimin karşısında, kendini zulümün işaretine çevirmektir açlığa yatmak. Tarihin en büyük ölüm oruçlarından biri İrlanda Kurtuluş Ordusu militanları tarafından gerçekleştirilir.

İngiltere devletinin yaptığı işkenceler, ettiği küfürler ve tehditlerle her yerlerine "değilmiş" mahkumlar, tecrit hücrelerinde, her şeye rağmen, Bobby Sands'in koridorlardan, havalandırmalardan sızan sesi eşliğinde, gene İngiltere devletinin yüzyıllardır soyunu kurutmaya kalkıştığı ana dilleri Gelikçe'yi öğrenmektedirler.

Devletin elini, dilini değdiremediği tek şey olan Gelikçe sayesinde arınmaktadırlar. Günlerden bir gün Bobby Sands "Cealachan" kelimesini öğretir mahkumlara. Eski İrlanda'da zulüme uğrayan köylünün toprak sahibinin evinin önünde, kendini aç bırakmasının adıdır "Cealchan".

Günden güne eriyen beden zalimin "yerine" kendini yazar. Toprak sahibi bundan böyle evinin önünde yok olan bedenle anılacak ve yaptığı haksızlıklar asla unutulmayacaktır.

Hikayeyi duyan mahkûmlar ölüm orucuna yatarlar. Devletin elinin altındaki bedenlerinden ruhlarını yavaş yavaş çekerler. Açlıktan incecik kalmış kof bedenleri İngiltere devletine lanetleridir.

Denk zamanlarda Kemal Pir ve Hayri Durmuş çıkartıldıkları mahkemede girdikleri ölüm orucunu açıklayacaklardır. Türkiye devletinin yarattığı en büyük cehennemlerden olan Diyarbakır Cezaevi'nde devletin bedenlerle yetinmeyip, iradelere, onurlara kastettiği, o kıyamet yeri, o karabasan diyarında Kemal Pir ve arkadaşları bir yemin edecek ve kendilerini ölüme yatıracaklardır.

Ruhları bedenlerini terk ederken, Diyarbakır Cezaevi'ni devletin elinden alırlar. Ruhları bir koca halkın kavgasına bugün bile öncülük eder.

Bu ülke ki kendi evlatlarını yiyerek göbeğini şişirir de gene de doyamaz. 1990'ların sonunda en rezil ziyafetlerinden birini genç kızların ve delikanlıların tecrit edilmemek, insanca yaşayabilmek için kendilerini aç bıraktıklarında arttırdıklarından çekmiştir.

Onlarca çocuğu incele incele, bir onlarcası da yanarak ölmüş, o çocukların anaları, babaları, bir de yoldaşları dışında yas tutanları olmamıştır. Öyle pis bir milattır ki yandıkları gün, o gün bugündür buralarda adalet bakanlarının tamamı kör, içişleri bakanlarının tamamı sağırdır. En iyi hallerinde.

Yüz kere bin kere daha

Bugün cezaevlerini dolduran siyasi tutukluların tamamı bitmeyen savaşın esirleri. Anadillerinde savunma hakları yok. Mahkemelerde itilip kakılıyor, azarlanıyorlar. Dava dosyaları hukuk skandalı. Anlatıldı, yüzlerce kere yazıldı.

Bugün bu ülkede bu savaş bitmek zorunda. Bu savaşın bitmesinin yolu görüşmekten geçiyor. Görüşecek kişilerin başında da Kürt halkının ve savaşın iki tarafından birinin önderi olan Abdullah Öcalan geliyor. Abdullah Öcalan tecritte tutuluyor. Savaş bitmiyor. Ölen ölene katılıyor.

Cezaevlerinde bu hukuk skandalı dosyalarla tutulanlar açlık grevinde. Gün 40. Yakında ölecekler. Anadilde savunma hakkı ve tecritin kalkmasını istiyorlar.

Yaptıkları vicdanlara seslenmek, vicdanları uyandırmak falan değil. Kendilerini bir büyük zulmün işareti kıldılar. Bedenlerini terke başladılar. Devletin elindeki bedenlerini boşaltırken mücadeleden yorgun düşmüşlere ruh üflüyorlar.

Bize büyük haksızlık yaptılar. Orası ayrı. Ne fena bir tanıklık bu. Ne biçim bir çaresizliğe mahkumiyet. Bedenlerimizin sınırlarına ne acımasız bir terk ediş.

Biz bir köyün tüm çocuklarını gömdük. Bombalarından utanan olmadı.  Tüm yaz boyunca bir onlardan, bir bunlardan gömdük. Dur diyen çıkmadı.

Bu ülkenin o çok kalabalık yeraltı şehrine onurlu bir gidişe yatmış bu çocukları bırakmayalım. Bedenlerimizi onlarınkine yapıştıralım bari de bu karşılıklı tecriti durduralım.

Açlıktan ölecekler. Yemek yemedikleri için. Haksızlıktan, dillerinde savundurulmadıklarından, ipe sapa gelmez dosyalarla rehin tutulduklarından, barıştırılmadıklarından, kavuşturulmadıklarından.

Bir yemin ettiler. Kendilerini işaretlediler. Zalimleri lanetlediler. (NÜ/BA)

* Nazan Üstündağ, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi, Barış ve Demokrasi Partisi Akademik Siyasi Danışma Kurulu üyesi

Kaynak: bianet.org

Urfa cezaevi, “balık istifi” ceza infaz rejiminin en tipik örneğidir

TBMM İnsan Hakları Komisyonunun hazırladığı Urfa Cezaevi ile ilgili rapora Ertuğrul Kürkçü tarafından verilen muhalefet şerhini yayınlıyoruz.

TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanlığı’na

Şanlıurfa E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu İnceleme Raporu hakkındaki muhalefet şerhim aşağıdaki gibidir. Bilgilerinize sunarım.

Ertuğrul Kürkçü

Mersin Milletvekili

İzmir Tecrite Karşı Mücadele Platformu Basın Açıklamasına Çağrı

Kırıklar 1 No’lu  F Tipi’ndeki devrimci tutsaklara yönelik keyfi uygulamalara ve hak ihlallerine karşı İzmir Tecrite Karşı Mücadele Platformu’nun (TKMP) yapacağı basın açıklaması ve toplu bildiri dağıtımına tüm halkımız davetlidir.

YER: KEMERALTI GİRİŞİ

TARİH: 22 EKİM PAZARTESİ

SAAT: 18.30

İZMİR TECRİTE KARŞI MÜCADELE PLATFORMU

Kaynak: http://www.halkinsesitv.com

Tutuklu Gazeteci Bedri Adanır'dan Mektup Var: Hangi Yasalara, Hangi Hukuka Göre Yargılandığımı Bilmiyorum Artık

Diyarbakır D Tipi Cezaevi’nde 5 Ocak 2010 tarihinden bu yana tutuklu bulunan gazeteci Bedri Adanır, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2012 Basın Özgürlüğü Ödülü sahibi. Adanır’ın 3. Yargı Paketi kapsamında tahliye talebi, “suç için öngörülen ceza miktarı nedeniyle kaçma şüphesinin varlığının bulunması, tutuklama kararının makul ve dosya kapsamıyla uyumlu olması, bu koşullar altında adli kontrol uygulamasının, tutuklamadan beklenen amaca ulaşılmasını sağlamayacağı” gerekçesiyle reddedildi. “Örgüt propagandası yapmak”tan yargılanan Aram Yayınları sahibi Bedri Adanır’ın mektubundan satırlar şöyle:

“Yaklaşık 3 yıldır sorumlu müdür olduğum gazete, dergi ve kitaplara açılan davalar nedeniyle tutukluyum. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, esas olarak ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçlamasıyla yargılanıyorum. Suçlamaların 4′ü yazı işleri müdürü olduğum günlük, Kürtçe olarak yayınlanan Hawar gazetesindeki haber, yazı ve fotoğraflar nedeniyle. ir de ‘örgüte yardım ve yataklık etmek’le suçlanıyorum ki, bunun gerekçesi evlere şenlik: Yayınevimizden çıkan (henüz hakkında yasaklama/toplatılma kararı yokken) Demokratik Uygarlık Manifestosu isimli kitabın dağıtımını organize etmek.Mantık şöyle kurulmuş olmalı: ‘Kitap içeriğinde örgüt propagandası yapıldığından, bu kitabı dağıtmak, otomatikmen, örgüte yardım ve yataklık olur. Hem de bilerek ve isteyerek.’ Savcılar, bahsettiğim yayınlarda, adeta belli kelimeleri taratmış ve iddianameyi bunların üzerine dikmişler. Öyle ki, Kandil Dağı’nın coğrafik olarak tasvir edildiği bir yazı -ki bu yazı Kandil Dağı’nın salt savaşla, çatışmalarla anılmasından duyulan bir rahatsızlığı ifade ediyor- ‘Kandil Dağı’nı övmek suretiyle cazip göstermek’ şeklinde yorumlanmış. Suçlamalar, 6352 sayılı yasanın geçici 1. maddesiyle ertelenmesine hükmedilen “basın-yayın yoluyla işlenen suçlar” kapsamında olup, şimdiye çoktan ertelenmeliydi.Bugün elime ulaşan ara karar, 3. Yargı Paketi’nin görmezden gelindiğini gösteriyor. Daha vahim olan ise, yaklaşık 3 yıllık tutukluluğumun, mahkemece, ‘Suç için öngörülen ceza miktarı nedeniyle kaçma şüphesinin varlığının bulunması, tutuklama kararının makul ve dosya kapsamıyla uyumlu olması, bu koşullar altında adli kontrol uygulamasının, tutuklamadan beklenen amaca ulaşılmasını sağlamayacağı gözönüne alınarak sanık Bedri Adanır’ın tutukluluk halinin devamına’ olarak değerlendirilmesi. Heyet nedense,benzer davalarda yerel mahkemelerin ve Yargıtay’ın kararlarına göre, verilebilecek cezanın nerdeyse 2/3′sini yattığımı dahi göz önünde bulundurmuyor.3. Yargı Paketi yasalaştıktan sonra, aynı mahiyetteki davalarda yargılanan veya yargılanıp ceza almış gazetecilerden Vedat Kurşun ve Ozan Kılınç ile 2′si yazı işleri müdürü 5 Yürüyüş dergisi çalışanı, davaları veya cezaları ertelenerek tahliye edildiler. Ben de yasa çıktıktan sonra avukatım aracılığıyla tahliye talebinde bulundum ancak avukatıma, yoğunluk nedeniyle tutukluların taleplerinin duruşmalarda değerlendirileceği söylenmiş. Duruşma 13 Eylül’deydi ve ancak 3 dakika sürdü. Tahliye etmeyip, 27 Kasım’a ertelediler. Kararla birlikte şok olduk çünkü kesinkes tahliye bekliyorduk haklı olarak. Emsal niteliğindeki davalarda, sayıca daha çok suçlama olmasına rağmen, tahliye kararları çıkmıştı. Örneğin Vedat Kurşun 103 kez ‘örgüt propagandası yapmak’la suçlanmış, 166,5 hapis cezasıyla cezalandırılmış ama son yasayla birlikte tahliye edilmişti. Hangi yasalara, hangi hukuğa göre yargılandığımı bilmiyorum artık.”



Burcu Karakaş/ http://burcukarakas.wordpress.com/ alınmıştır.

Kaynak: baskahaber.org

Tutuklu tıp öğrencilerine dayanışma kartı

TTB ve SES dört ayı aşkın bir süredir Sincan Cezaevi’nde tutuklu bulunan tıp ve sağlık öğrencilerine kart gönderdi.

Cumhuriyet Meydanı’ndaki Merkez Postane önünde gerçekleştirilen eyleme, Türk Tabipler Birliği Tıp Öğrencileri Kolu, Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi ve SES üyelerinin yanı sıra çok sayıda tıp öğrencisi beyaz önlüklerini giyerek katıldı. Eylemde konuşan Sinem Özşahin, “Sağlık hakkı, eğitim hakkından bahseden herkes ‘ileri’ demokrasiden nasibini almaktadır” derken, TTB Merkez Konsey Üyesi Dr. Fatih Sürenkök her zaman tutuklu sağlık öğrencilerinin yanında olacaklarını belirtti. Halkın sağlık hakkı için mücadele veren öğrencilerin yargılandığını belirten SES İzmir Şube Başkanı Dr. Veli Atanur da, hukuksuz tutuklamaların devam ettiğini belirtti. Konuşmaların ardından tutuklu öğrencilere kart gönderildi. (İzmir/EVRENSEL)

483 Tutuklu ve Hükümlü 58 Cezaevinde 37 Gündür Açlık Grevinde: 63 Kişinin Durumu Kritik

Cezaevlerinde 12 Eylül'de başlayan açlık grevi bugün 37. gününde. İnsan Hakları Derneği (İHD) Şube Başkanı Ümit Efe, Tutuklu Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri Federasyonu (TUHAD-FED) Başkanı Zübeyde Teke, eski milletvekili Mehmet Bekaroğlu, Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Prof. Dr. Gençay Gürsoy, BDP İstanbul Eş Başkanı Asiye Kolçak, Avukat Filiz Kerestecioğlu ve Oyuncu Jülide Kural, İHD İstanbul Şubesi'nde basın toplantısı düzenledi.

'63 KİŞİNİN DURUMU KRİTİK'

Basın toplantısında ilk olarak söz alan TUHAD-FED Başkanı Zübeyde Teke, bugün itibariyle 58 cezaevinde 483 tutuklunun açlık grevinde olduğunu, bu sayısının kısa sürede bine yükseleceğini söyledi. Eylemlerinin 37. gününde olan 63 tutuklunun durumunun kritik olduğunu belirten Teke, tutukluların durumuna ilişkin şu bilgiyi verdi: "Siirt, Diyarbakır, Kandıra, Silivri cezaevlerinde ilk grupta yer alanlarda burun kanaması, uykusuzluk, hafıza ile ilgili sorunlar, mide bulantısı başladı. Açlık grevi nedeniyle Şakran ve Silivri cezaevlerinde hücre cezasına çarptırıldılar. Bugün Tekirdağ'da açlık grevinde olanlara saldırı gerçekleşti. Bazı cezaevlerinde ilk 10 gün çeşme suyu dışında şeker, limon, tuz gibi açlık grevinde kullanılması gereken gıda maddelerinin alınmasına izin verilmedi. Birçok cezaevinde B1 vitamini keyfi bir şekilde arkadaşlarımıza verilmiyor. Maltepe Cezaevi'nde de TMK mağduru 4 çocuk 8 gündür,aynı taleplerle açlık grevinde."

'BİR HEYET ÖCALAN'LA GÖRÜŞEBİLİR'
Sürece ilişkin kamuoyu duyarlılığı beklediklerini söyleyen Teke, "Tutuklular, Sayın Öcalan dışında çağrı yapacak hiçbir kurumu dikkate almayacaklarını söylüyor. Sadece önderleri çağrı yaparsa, açlık grevinden vazgeçebileceklerini söylediler. Bu temelde bir heyetin oluşturulup, görüşmenin sağlanması bizim için çok önemli" dedi.

'ACELE ETMEMİZ GEREKİYOR'

1996 ve 2000 yıllarındaki ölüm oruçlarında ara bulucu heyette yer alan eski milletvekili Mehmet Bekaroğlu, taleplerin tartışılabileceğini ancak hala bu ülkede siyasi bir talep için insanların bedenlerini ortaya koymak zorunda kaldığını söyledi, "Bu siyasi taleplerin ölüm oruçlarıyla ifade ediliyor olması, demokrasi açısından nerede olduğumuzu gösteriyor" diye konuştu.

Eylemde kritik aşama doğru gelindiğini belirten Bekaroğlu, "37. günde toplumdaki bu duyarsızlığı anlamakta zorlanıyorum. Bakanlığın açıklaması 'Bekliyoruz. Önemli bir olay olmadı. Bilinç kaybı olduğu zaman zorla müdahale edeceğiz' şeklindeki açıklaması çok tehlikeli. İnsan hakları savunucuları olarak ölümlerin önüne geçmek için acele etmemiz gerekiyor" dedi.

'BAĞIMSIZ KURULLAR OLUŞTURULMALI'

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, cezaevlerindeki açlık grevlerinin aynı zamanda "bir imdat çığlığı" anlamına geldiğini söyledi, "Tecridin olumsuz sonuçlarına karşı seslerini çıkartıyorlar. Kendi anadillerinde konuşabilmek için seslerini çıkarmaya çalışıyorlar. Bu kadar temel hakların ihlal edildiği bir ortamda insanlar kendi bedenleri üzerinden ne yazık ki, çığlıklarını sessiz, ilgisiz bir kamuoyuna duyurmaya çalışıyorlar" diye konuştu.

Bugün daha inceltilmiş baskı yöntemleriyle karşılaştıklarını belirten Fincancı, 1984 yılını hatırlatarak şunları söyledi: "O günler askeri darbe koşullarıydı. Darbe sonrası olmasına rağmen çok daha naif, dolayısıyla daha adım atılabilir bir durumdayken, bugün ise bir bürokrat çıkıp, 'Bilinçleri kapandığında rahat müdahale edebilmek için, tekli hücrelere aldık' diyebiliyor. Bu insanların bir süre kendi başlarına ayağa kalkamayacakları, tuvalet gereksinimlerini karşılayamayacaklarını günlere geliyoruz. Açlık grevi nedeniyle bağışıklık sistemi zayıflarken, açlıktan değil, enfeksiyon hastalıklarıyla yok etme çabası. Bilinci kapandıktan sonra insanlara yapılan müdahaleler, çok geç müdahaleler ve insanları sakat bırakıyor. Genç insanlarımızı sakat bırakan bir tarihi var bu memleketin."

"Sessizce evlerinde dizi izleyen insanların, ölmekte olan insanlar için ne yapabilirim diye düşünmeye başlaması gerekir" diyen Fincancı, "Daha önceki açlık grevlerinde olduğu gibi bu sürecin bağımsız kurullarca izlenmesini sağlamak gerekiyor. Kürt illerindeki tabip odalarımız bu izleme çalışmalarını ve tıbbi destek için çaba gösteriyorlar. Ancak onlar da ciddi dirençlerle karşılaşıyor" dedi. B1 vitaminin sakatlıkların daha az olmasını olanaklı kıldığını belirten Fincancı, "B1 vitaminin kullanımını sağlamak çok önemli" diye belirtti.

'TALEPLER KARŞILANACAK TALEPLER'

Prof. Dr. Gençay Gürsoy da, bir hekim olarak açlık grevi ya da ölüm orucu eylemini olumlu karşılamadığını belirtti, "Ancak, gelin görün ki, bu ülkede çaresi tek ifade aracı hayatını ortaya koymak olan çok sayıda insan var, giderek de sayıları artıyor. Hayatınızı ortaya koyarak bir duyarlılık talebinde bulunuyorsunuz. Ancak bu ülkede insan hayatının bedelini çok iyi biliyoruz. İşte, Uludere ortada" dedi.

Taleplerin yerine getirilmeyecek talepler olmadığının altını çizen Gürsoy, "Şu anda bile şu ya da bu biçimde görüşme olanağı mümkün. Bir gün Başbakan'ın iki cümle etmesi bile bu hayatları kurtarabilir" diye konuştu.

'SÖZÜMÜZ TÜRKİYE KAMUOYUNA'

BDP İstanbul İl Eş Başkanı Asiye Kolçak da, hükümetten bir beklentilerinin olmadığının altını çizdi, "Sözümüz Türkiye kamuoyuna, vicdan sahibi insanlara. Bu çığlığı duyun. 30-40 yıldır süren kirli savaşa hayır, deyin. Suriye'deki savaşa karşı sokağa dökülen binlere sesleniyorum; Kürdistan'da 30 yıldır savaş yürütülüyor. İnsanlarımız öldürüldü, doğamız, kültürümüz yok edildi. Bu savaşa sessiz kalmayın" dedi.

'BİR HALKIN SİYASİ TALEPLERİ'

Avukat Filiz Kerestecioğlu, tutukluların talepleri için, "Bir halkın siyasi talepleri" dedi. "Her evde bir adalet mağduru var ve ülke tutuklu bir ülke haline geldi" diyen Kerestecioğlu, şöyle konuş: "Düşünce ve ifade özgürlüğü olmadan yaşam hakkı söz konusu olamaz. Maalesef insanlar, ifade özgürlüğünü kullanamadıkları için yaşamlarını ortaya koyuyorlar. Elimizden geleni yapmamız gerekiyor. Çözüm aslında çok yakında."

Oyuncu Jülide Kural da, toplumun yine sağır olduğunu belirtti, "Her ölümü bir sayıya indirgeyerek unutan bir toplumda yaşamamak için düşünen herkes, bir kez olsun da konuşmayı denemeli" dedi.

Basın toplantısının sonunda gazetecilerin "Bu açıklamayı yapanlar, bir ara bulucu heyet misyonunu yüklenip, Abdullah Öcalan'la görüşecek mi?" sorusuna, İHD Şube Başkanı Ümit Efe, şu yanıtı verdi: "Arabulucu bir heyet olmayı şu anda düşünmüyoruz. Bizim amacımız, açlık grevlerine, kamuoyunun dikkatini çekmek. Ancak gerektiğinde elimizi taşın altına koymaktan çekinmeyeceğiz." (etha)

Kaynak: baskahaber.org

İki Kez Müebbet Hapis Cezası Bulunan Hükümlü Sami Özbil Ölüm Sınırındaki Babasıyla Görüştürülmüyor

Kocaeli F Tipi Cezaevi'nde iki müebbet hükümlüsü Sami Özbil, geçtiğimiz Haziran ayından bu yana, ölüm sınırındaki babasıyla vedalaşmak için bekliyor. Bunun için gerekli başvuruları yapan, hastane raporlarını savcılığa sunan Özbil'e savcılık, "Raporda, 'ölümcüldür' yazmalı" dedi. Hastane ise, "Biz tıbbi rapor veririz, rapora bakan hekim, ölümcül olduğunu anlar" yanıtını verdi. Savcılık, raporun hastaneden aile ya da tutuklu tarafından istenmesi gerektiğini de belirtti. Hastane ise, "Savcılık yazısı gerekir" dedi. Savcılık, sonunda raporu kendisinin istemesi gerektiğine ikna oldu. Temmuz ayında hastaneye yazı yazdığını avukatlara söyledi. Ancak, hastane, "Bize yazı gelmedi" diyor. Aylar geçiyor, Özbil'in babası kanser hastası Faris Özbil, bir adım daha ölüme yaklaşıyor. Babasıyla vedalaşmak için günleri sayan Sami Özbil ise, "Ne bekleniyor, babamın ölümü mü?" diye soruyor.

İki müebbet hükümlüsü Sami Özbil, geçtiğimiz Haziran ayında yasal düzenlemeye dayanarak, babasını ziyaret edip vedalaşmak için savcılığa başvuruda bulundu. Başvurusuna, kanser hastası ve yüzde 88 özürlü babasının, sağlığında geri dönüşü olmayan bozulmayı gösteren hastane raporunu da ekledi. Güvenlik soruşturmasında "herhangi bir güvenlik" sorunu yaşanmayacağı belirtilirken, masrafların karşılanması için Özbil'in hesabına ailesi, yol ve masraf için gerekli parayı yatırdı.

SAVCILIĞIN 'ÖLÜMCÜLDÜR' NOTU İNADI 

Savcılık, Muğla Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Özürlü Sağlık Kurulu raporunu yetersiz buldu. Söz konusu raporda, akciğer kanseri olan Faris Özbil'in hastalığının son aşaması olan 4. evreye geldiği ve yüzde 88 özürlü olduğu belirtildi.

Ancak savcılık rapora, "Hastalık ölümcüldür ya da ağır hastalıktır" ibaresinin konulmasını istedi. Bunun üzerine, Sami Özbil, Muğla Devlet Hastanesi'ne bir yazı yazarak, savcılığın talebini bildirdi. Hastane ise, "Biz tıbbi rapor veririz, orada her şey açık" dedi.

Sami Özbil savcılığa durumu anlattı. Ancak aradan geçen zamana rağmen bir ilerleme sağlanmadı.

'ASLINDA ÖLÜMÜ BEKLENİYOR'

Özbil'in avukatı Gülhan Kaya, Ceza İnfaz Yasası'nda 27 Nisan 2011 tarihinde yapılan değişiklik ile tutuklu ve hükümlülere ağır hastalık ve ölüm durumunda yakınları ile görüşme hakkı tanındığını hatırlattı, "Müvekkilimizde bu yasa maddesine dayanarak savcılığa başvuruda bulundu" dedi.

Kaya, başvuruya ilişkin olarak şunları söyledi: "Savcılık, öncelikli olarak müvekkilimizin cezaevindeki hesabında, yol masraflarını karşılayacak para olup olmadığına baktı. Biz hesabına yüklü bir miktarda para yatırdık. Sürecin çok hızlı işleyeceğini düşündük. Çünkü, babasının durumu hastalığının son evresinde. Hastaneden taburcu edilerek,evine gönderilmiş. Çünkü tedaviye olumlu yanıt vermiyor. Aslında ölümü bekleniyor. Günlerin bile bizim için çok önemli olduğu ortada. Bütün bunları dilekçede belirttik. Çok hızlı yanıt alacağımızı düşünürken, savcılık verdiğimiz hiçbir raporu dikkate almadı."

AYLARDIR BİR GELİŞME YOK

Savcılığın talebi üzerine, Muğla Devlet Hastanesi'nden heyet raporu alındığını ancak raporun elden aileye ya da müvekkillerine verilmediğini, savcılık yazısının gerekli olduğunu söyleyen Avukat Kaya, "Savcıyı ilk etapta buna ikna edemedik, müvekkilimizin hastaneden kendisinin istemesi gerektiğini söyledi. Hastane ise ayrıca, raporun tıbbi olduğunu, 'ölümcüldür' gibi ifadelerin hiçbir raporda yer almayacağını belirtti. Temmuz ayının sonunda cezaevi savcısını, hastaneye yazı yazması gerektiği konusunda ikna ettik. Ancak aylardır bir gelişme olmadı. Cezaevi savcılığı yazının gönderildiğini söylüyor, hastane ise 'Bize yazı gelmedi' diyor. Şu anda heyet raporu savcılığa ulaşmış değil" dedi.

Savcılığa daha önce sundukları raporların, müvekkilinin babasının sağlık durumu açısından yeterli olduğunun altını çizen Avukat Kaya, "Müvekkilimiz, bu raporları cezaevi izleme kurulu üyesi bir hekime göstermiş. Hekim 'Tıp öğrencisine bile sorsanız, bu raporun ölümcül hastalık anlamı taşıdığını bilir' demiş. Savcılık da bunu yapabilir, raporları bir hekime ya da adli tıp uzmanlarına gösterebilir. Ancak bu yapılmadan, müvekkilimiz için bir gün bile önemliyken, aylar geçiyor. Bugüne kadar hiçbir sağlık raporunda 'ölümcüldür' ifadesini görmedik. Raporlarda hastalığın durumu tıbbi olarak ifade ediliyor ve hekimler bunun ne anlama geldiğini anlıyor" diye konuştu.

'NE BEKLENİYOR? BABAMIN ÖLÜMÜ MÜ?' 

Bir mektupla durumunu anlatan politik hükümlü Sami Özbil, "Aylar geçiyor, babamın sağlığı yitip giderek kötüleşiyor ve bürokrasi çarkı nedeniyle bir gelişme olmadığı için yasal hakkımı kullanıp babamla vedalaşmama izin verilmiyor. Ne bekleniyor, babamın ölümü mü?" diye soruyor.

"Konuya dair dilekçem sanki gayya kuyusuna atılmış gibi" diyen Özbil, "Herhangi bir geri dönüşü olmadığı gibi nasıl bir çözüm gerektiğine dair izah da yapılmıyor. Meseleye dair bir duyarlılık acil ihtiyaç. Çünkü bulunduğum hapishanede adli bir tutuklu da benzer bir süreci yaşıyor benimle" diye yazdı.

(Arzu Demir/ETHA foto: Milliyet)

Kaynak: baskahaber.org

TTB açlık grevlerine dikkat çekti

Türk Tabipleri Birliği, hapishanelerde 37 günden bu yana süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde olan tutsakların sağlık durumlarına dikkat çekti ve gerekli muayeneler için yaptıkları başvurulara yanıt verilmesini istedi

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi ve TTB İnsan Hakları Kolu, cezaevlerindeki açlık grevleriyle ilgili olarak bir basın toplantısı düzenledi. Saat 11.00’da TTB Genel Merkezi’nde düzenlenen basın toplantısında, 37 gündür süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde olan tutsakların sağlık durumuna ilişkin değerlendirmelerde bulunuldu.

TTB’nin talebine yanıt verilmedi
Bugün sayıları 400’e yaklaşan tutuklu ve hükümlülerin süresiz-dönüşümsüz açlık grevinin gün geçtikçe kritik bir hal aldığı belirtilen açıklamada açlık grevlerinin, gerek hekimlik mesleği açısından, gerekse etik ve politik açıdan oldukça karmaşık olduğu ifade edildi. İnsan sağlığını korumanın asli bir görev olduğunu söyleyen TTB yönetimi, açlık grevindeki tutsaklarla ilgili tıbbi değerlendirme yapma taleplerinin olumlu yanıtlanmadığını aktardı.

Araya girecek bayram tatili süresince kritik eşiğe yaklaşan mahkum sayısının giderek artacağına dikkat çeken hekimler, kamuoyunu ve tüm yetkilileri duyarlı ve sorumlu davranmaya davet etti. Mahkumların sağlık durumlarının aciliyetine vurgu yapan TTB, hekimlik değerleri çerçevesinde, hiçbir siyasi otoritenin baskısına maruz kalmadan her türlü desteği sunacaklarını hatırlattı.

Adalet Bakanlığı’ndan bilgilendirme ve muayene konularında olumlu yanıt beklediklerini belirten hekimler, “Önüne geçilebilir nedenlerle kimsenin kalıcı olarak zarar görmemesi, geçmiş dönemlerde olduğu gibi benzer süreçlerde ortaya çıkan can kayıplarının bir daha yaşanmaması umuduyla herkesi duyarlı ve sorumlu olmaya davet ediyoruz” dedi.

Kaynak: Sendika.Org/ Ankara

Cezaevinde dehşete düşüren görüntüler

Videoyu izlemek için tıklayınız
 
Kandıra T Tipi 1 No'lu Cezaevi'nde ölü bulunan Hasan Özer'in gardiyanlar tarafından asılarak öldürüldüğü ortaya çıktı

Kandıra T Tipi 1 No'lu Cezaevi'nde ölü bulunan Hasan Özer'in gardiyanlar tarafından asılarak öldürüldüğü ortaya çıktı. Görüntülerde, gardiyanlar tarafından kovalanan Özer, yere yatırılarak elleri arkadan bağlanıp, bir odaya sokuluyor. Daha sonra birinin elinde beyaz ameliyat eldiveni olan gardiyanlar tarafından taşınıyor.

2006 yılında dükkanlarına giren hırsızı silahla vurarak öldüren ve o dönemde 16 yaşında olan Hasan Özer, İstanbul Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi'nde tutuklu olarak yargılandı. 4 yıl Silivri Cezaevi'nde tutulan Özer, bir yıl önce Kandıra T tipi 1 Nolu Cezaevi'ne sevk edildi. Tutuklu yargılanmasına devam edilen ancak kesinleşmiş cezası olmadığı ve tutuklu yargılanma süresi dolmak üzere olduğu için serbest bırakılacaktı.

2011 yılının Ekim ayında öldürülmesinden 15 gün önce koğuşundaki bazı kişilerle tartışan Özer, babası Müslüm Özer'e yaşadıklarını anlattı. Baba Özer, bunun üzerine İstanbul'dan gelerek oğlunu görmek istedi. Ziyaretinde oğlunun gözlerini morluklar içinde gören baba, eşi ile ikinci kez ziyarette bulunmak istediğinde, "Disiplin cezası var" denilerek, oğlu ile görüştürülmedi.

'Baba beni öldürecekler'
Pazar günü yakınlarıyla görüşme cezası dolan asan Özer, telefonla babasını aradı, "Baba beni öldürecekler. Çok zor durumdayım. Hemen dayımları da al gel. Cumhuriyet başsavcılığına dilekçe yazın!" dedi.

Hemen akrabaları ile Kocaeli'e gelen baba Müslüm Özer, oğlunun hayati tehlikesinin bulunduğunu belirten bir dilekçeyi Başsavcılığa verdi. Yeniden cezaevine giden baba, "cezaevinde kavga ettiği" gerekçesiyle ailesiyle görüştürülmedi.

Durumu iyiydi
Ailenin avukatı, Hasan Özer ile görüştü. Aileye oğullarının iyi olduğunu söyledi. Ancak, Özer 6 Ekim 2011 tarihinde ölü bulundu.

Olayın ardından başlatılan soruşturmada, bir yılda herhangi bir ilerleme sağlanmazken, olay anına ilişkin görüntüler ortaya çıktı.

Telefonda sesi duyuluyor
Görüntülerde, Hasan Özer'in öldürülmeden 15 gün önce babasıyla cezaevinden yaptığı telefon görüşmesinde, "Baba beni öldürecekler. Çok zor durumdayım. Hemen dayımları da al gel. Cumhuriyet başsavcılığına dilekçe yazın" diyor. O kayıtta Hasan Özer'in ailesine "Beni öldürecekler" dediği duyuluyor. Özer, telefonu gardiyanların zoruyla kısa kesip kaçmaya başlıyor.

3 gardiyanın kovaladığı Özer koridor boyunca koşuyor. Gürültüyü duyan diğer gardiyanlarla birlikte Özer'in peşinden koşan gardiyan sayısı bir anda 8'e çıkıyor. Özer gardiyanlar tarafından zor kullanılarak yere yatırılıyor ve elleri arkadan bağlanıyor. Bir odaya sokuluyor. Daha sonra birinin elinde beyaz ameliyat eldiveni olan gardiyanlar tarafından taşınıyor.

Bakanlık görüntüleri açıklayamadı
Adalet Bakanlığı'ndan konuya ilişkin yapılan açıklamada, Özer'in "sayım sırasında yırtılan bir gömlekle duş başlığına asılı halde bulunduğunu" öne sürdü. Ancak bakanlık görüntülere ilişkin herhangi bir açıklamada bulunmadı.

Kaynak: Etha

 

 


Açlık Grevleri- Tutuklularda bilinç kaybını bekliyorlar

Tutuklularda bilinç kaybını bekliyorlar

Adalet Bakanlığı, sorunu çözmek değil, açlık grevindeki tutuklulara müdahale etmek için bilinç kaybının yaşanmasını bekliyor.

Silivri Cezaevi
 
 

Etkin Haber Ajansı / 16 Ekim 2012 Salı, 20:09

ANKARA- Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, Kandıra, Şakran ve Silivri cezaevlerinde açlık grevindeki tutukluların neden tekli hücreye konulduklarının gerekçesi ürkütücü: Bilinç kaybı olduğunda müdahale etmek kolay olsun.

BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken ve 12 Eylül gününden bu yana açlık grevinde olan tutukluların aileleri, Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı  ile görüştü.

Görüşmede, Baluken ve aileler, süresiz, dönüşümsüz açlık grevinde 35. günü gelindiği için durumun acil olduğunu belirtti, tutukluların taleplerini aktardı, çözümün taleplerin karşılanması durumunda gerçekleşeceğini vurguladı.

MÜSTEŞAR YARDIMCISININ DA BEKLENEN YANIT

Müsteşar Yardımcısı ise, bulunduğu konum itibariyle görüş belirtemeyeceğini, bu tip sorunların siyasi mekanizmalar eliyle çözülmesi gerektiğini, talepleri ancak Adalet Bakanı'na ileteceğini söyledi.

Baluken ise, bakanın yanı sıra Başbakan Erdoğan'a da taleplerin iletilmesini söyledi.

Baluken, Kandıra, Şakran ve Silivri cezaevlerinde açlık grevindeki tutukluların tekli hücrelere alındığını, limon, şeker ve vitamin desteği gibi ölümü geciktiren maddelerin bile alımının engellendiğini belirterek, Müsteşar Yardımcısı'nı görevi gereği bu cezaevlerine müdahale edebileceğini, işkenceye dönüşen uygulamalara son verebileceğini söyledi.

BAKANLIKTAN ÜRKÜTÜCÜ GEREKÇE

Ancak, müsteşar yardımcısının, bakanlık olarak bu talebe verdiği yanıt ilginç oldu: "Olası bir şuur kaybında tıbbi müdahale için tekli hücrelere alındılar."

Bunun üzerine BDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken, zorla tıbbi müdahalenin sonuçlarının ağır olacağını belirterek, "Burada tutuklunun iradesi önemlidir. Tokya ve Malta bildirgeleri de zorla tıbbi müdahaleye karşı çıkıyor. Bu aşamaya geçilmeden, talepler kabul edilerek, sorun çözülmelidir" dedi.

'TARTIŞMA ZEMİNİ ORTADAN KALKAR'

Baluken, eylemci tutuklulara uygulanan tecridin diğer cezaevlerindeki tutuklularda büyük rahatsızlık uyandırdığına dikkat çekti, "Sonucu ağır farklı gelişmeler olabilir" dedi. Vitamin takviyesi yapılmayan açlık grevinin ölüm orucu anlamına geldiğinin altını çizen Baluken, "Kalıcı hasarlar olabilir. Ölüm vakaları gelişebilir. Şu anda Başbakan Erdoğan'ın İmralı ile ilgili açıklamaları bir tartışma zeminini yarattı. Ancak, can kayıpları yaşanırsa, bu tartışma zemini ortadan kalkar" diye konuştu.

Müsteşar Yardımcısı, bunun üzerine "talebinizi değerlendireceğiz" yanıtını verdi.

Kaynak: etha.com.tr

Kandıra Cezaevi'nde 'beni öldürecekler' diyen mahkum ölü bulundu


Kandıra Cezaevi'nde ailesine telefonla “Beni öldürecekler” diyen mahkum duşta asılı bulundu. Ailesinin, avukatlarının cezaevinin değiştirilmesi için dilekçe verdiği ancak iddiaların soruşturulmadığı öğrenildi.

Hasan Özer, önce telefonla ailesine, sonra duruşmada hâkime, en son avukatı aracılığıyla cezaevi yönetimine “Beni öldürecekler” dedi. 20 gün bu çığlıkları duyan olmadı. Sonunda olan oldu. Ailesine Hasan’ın intihar ettiği söylendi. Ama ortaya çıkan görüntüler ve ailesiyle yaptığı telefon görüşmesinde şoke eden detaylar şüpheleri cezaevi müdürüne yöneltti.

Cezaevini değiştirmek istedi
Habertürk'ten Zülfikar Ali Aydın'ın haberine göre, Hasan Özer, 6 yıl önce babasına ait hurdacı dükkânına giren hırsızı öldürdü ve polise teslim oldu. 4 yıl Silivri ve Metris’te yatan Özer, sonra Kandıra’daki Kocaeli 1 No.’lu T Tipi Cezaevi’ne nakledildi. Zaman zaman disiplin cezalarına çarptırılan Özer, bir süre sonra koğuşta sorunlar yaşamaya başlayınca başka cezaevine sevk için dilekçe verdi. Aynı dönemde ailesine öldürüleceğini, bu nedenle cezaevini değiştirmek istediğini söyledi.

2 Ekim 2011’de ailesini arayan Özer’in, 15 dakika sürmesi gereken konuşması 2 dakika 15 saniyede sona erdi. Özer, ailesine “Beni öldürecekler çabuk Cumhuriyet Savcılığı’na gidin” dedi. Annesi Nejla Özer ise “Müdüre çık müdüre” yanıtını verdi. Ancak Hasan Özer, “Beni zaten müdür öldürecek” diye konuştu ve telefon kapandı.

Annesi ve babası dilekçe verdi
Bu telefon üzerine annesi Nejla Özer ile babası Müslim Özer, Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak oğullarının daha önce dövüldüğünü şimdi de ölümle tehdit edildiğini belirterek cezaevinin değiştirilmesini istedi.

Hâkime anlattı
Hasan Özer bu telefon sonrası geçici koğuşa konuldu. 2 gün sonra yani 4 Ekim 2011’de Bakırköy Adliyesi’nde duruşmaya çıktı. Mahkeme Başkanı Mehmet Faik Saban, Özer’e boynunda olan sıyrıkları sordu. Özer, “Beni öldürmek istiyorlar. Cezaevine gitmemek için ayakkabı ile cama vurdum, cam kırılınca boğazımı kestim. Ramazan Gerginyay isimli hasmımı oraya koyuyorlar” dedi. Mahkeme de “Cezaevi müdürlüğüne bilgi ve gereği için gönderilmesine, mahkememize bilgi verilmesinin istenmesine...” diyerek bu yönde karar aldı.

Avukatı: "Acilen kaldığı koğuş değiştirilmeli"
Bu karar üzerine Özer’in avukatı Ali İhsan Gökdere cezaevine gitti. Duruşma tutanağını ve “Müvekkilim Hasan Özer’in can güvenliği tehlikesi olduğundan gerekli önlemlerin alınmasını "acilen" kaldığı koğuşun değiştirilmesini ve başka bir cezaevine naklinin yapılmasını arz ederim” yazılı dilekçeyi sundu. Hasan Özer bunun üzerine cezaevi müdürü tarafından odasına çağrıldı. Ardından tek başına konulduğu geçici koğuşuna götürüldü. Ertesi gün avukatına intihar ettiği bildirildi. Özer’in 6 Ekim 2011 sabahı yapılan sayım sırasında yırtılan bir gömlek ile duş başlığına asılı halde bulunduğu kayıtlara geçti.

"Tahliye olacaktı niye intihar etsin?"
Özer’in annesi Nejla Özer oğlunun 9 ay boyunca sorun yaşamadığı Silivri Cezaevi’ne tekrar sevk dilekçesi verdiğini ancak dilekçenin işleme konulmaması üzerine itiraz ettiği için dövüldüğünü anlattı. Anne Özer, “Devletin gözetimindeydi oğlum. 40-50 gün sonra tahliye olmasını bekliyorduk. Neden intihar etsin?” dedi.

"Beni öldürecekler" dedi, soruşturulmadı
Özer Ailesi’nin avukatı Nazan Yaman, 1 yıldır süren soruşturmayı yürüten savcılığın gerekli tedbirleri almadığını, görüntülerde yer alan gardiyanların ifadelerinin alınmadığını belirterek, “1 yıldır soruşturma ilerlemiyor. Bağıra bağıra gelen bir ölüm var. ‘Beni öldürecekler’ denildiği halde hiçbir tedbir alınmamış ve bir ölüme göz yumulmuştur” dedi.

Ailesini aradı, gardiyanlar susturdu
Hasan Özer’in ailesine “Beni öldürecekler” dediği telefon görüşmesi sırasında çekilen güvenlik kamerası kayıtları 1 yıl sonra dava dosyasına girdi. Konuşma sırasında başında 2 gardiyan bekleyen Özer, telefonu gardiyanların zoruyla kısa kesip kaçmaya başlıyor.

3 gardiyanın kovaladığı Özer koridor boyunca koşuyor. Gürültüyü duyan diğer gardiyanlarla birlikte Özer’in peşinden koşan gardiyan sayısı bir anda 8’e çıkıyor.

Gardiyanın elinde beyaz eldiven
Özer gardiyanlar tarafından zor kullanılarak yere yatırılıyor ve elleri arkadan bağlanıyor. Bir odaya sokuluyor. Daha sonra birinin elinde beyaz ameliyat eldiveni olan gardiyanlar tarafından taşınıyor.

Müdür: "Öldüğü gün izinliydim"

“Hasmıyla aynı koğuşa yerleştirmek ve mahkûmlara tehdit ettirmek” iddialarıyla suçlanan nöbetçi müdür olarak görev yapan idare memuru M.M. şüpheli sıfatıyla savcıya ifade verdi: “Onu iki kez gördüm. Birlikte kaldığı arkadaşı Ufuk Altun ile koğuştan alınan arkadaşlarının geri verilmemesi halinde cezaevinde bulunduğu odayı yakacağını söyledi. Daha önce kaldıkları cezaevinde aynı şekilde yangın çıkardıklarını söylediler. Bunun üzerine her ikisini de geçici odalarına götürülürken gördüm. O gün nöbetçi müdür görevi yapıyordum. ‘Neden bu şekilde sorun çıkarıyorsun?’ diye sitemde bulundum. Olayla ilgili hakkımda soruşturma açıldı. Koğuşunda darp edilince doğrudan darp raporu almak için hastaneye gönderdim. İntihar ettiği gün izinliydim. Ölümüyle ilgim yok.”

"Beni o koğuşa vermeyin" 
Koğuş arkadaşı Ufuk Altun savcıya şunları anlattı: “Bahçede telefon sırası beklerken, B-14 koğuşundan Hasan’ı duydum. 'Beni o koğuşa vermeyin' diyordu. 3-4 gün sonra Hasan'ın intihar ettiğini öğrendim.”

Kaynak: sol.org.tr

Tutuklu sağlık öğrencileri Dünya Tabipleri Birliği gündemine girdi


Prof. Dr. Özdemir Aktan

Dünya Tabipleri Birliği Genel Kuruluna katılan TTB Başkanı Aktan, konuşmasında Türkiye'deki tutuklu tıp ve sağlık öğrencilerinin durumlarına değindi.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Özdemir Aktan, Dünya Tabipleri Birliği’nin (WMA) Tayland'ın Bangkok şehrinde gerçekleştirilen Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Türkiye'deki tutuklu tıp öğrencilerinin durumuna değindi.

Aktan, konuşmasında 13 tıp ve sağlık öğrencisinin 4 ayı aşkın zamandır sürmekte olan tutukluluk durumları hakkında bilgi verdi. Katılımcıların ilgi gösterdikleri konuya WMA Yönetim Kurulu Toplantısı’nın gündeminde de yer verildi.

Toplantıda ilk olarak Türkiye’deki yetkililere konuyla ilgili bir mektup yazılması ve sonasında ise bu konuda bir Türkiye ziyareti gerçekleştirilebileceği gündem edildi.

(soL- Haber Merkezi)

Kaynak: sol.org.tr

GAZETECİ HATİCE DUMAN'A MÜEBBET HAPİS CEZASI

Gazeteci Hatice Duman'ın müebbet hapis cezasına onaylayan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Atılım Gazetesi Eski Yazı İşleri Müdürü Hatice Duman ile birlikte deri işçisi Güllüzar Erman ve Ahmet Doğan'a verilen müebbet hapis cezasını onarken, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu Sözcüsü Necati Abay'a verilen 15 yıl cezayı ise, bozdu.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından haklarında ‘örgüt yöneticiliği’ iddiasıyla 18 yıl 9 ay ve müebbet hapis cezası verilen gazeteciler Necati Abay, Hatice Duman ile deri işçisi Güllüzar Erman ve Ahmet Doğan'ın davasını görüştü. Yargıtay, Atılım Gazetesi Eski Yazı İşleri Müdürü Hatice Duman, Güllüzar Erman, Ahmet Doğan'ın müebbet hapis cezalarını onadı. Yargıtay, Tutuklu Gazeteciler Dayanışma Platformu Sözcüsü olan Necati Abay'a ‘örgüt yöneticiliği’nden verilen 15 yıl hapis cezasını bozarak, Abay'ın ‘örgüt üyeliği’nden yargılanmasını istedi.

'HİÇBİR DELİL TARTIŞILMADI'

Davanın Yargıtay aşamasında Güllüzar Erman'ın avukatlığını yapan Avukat Pınar Akdemir ise, davanın Yargıtay sürecini DİHA'ya değerlendirdi. Akdemir, dava sürecinde savcının hazırladığı iddianamenin sanıklar için yazılan bölümlerinin hepsinin birbirinin aynısı olduğunu belirterek, ‘Yerel mahkeme de çok küçük kelime değişiklikleriyle ama yine de hiçbir değerlendirme yapmadan hükmünü kurmuştur. İddianamenin üzerinden 7 yıl geçmesine rağmen tüm celselere, beyanlara, tanıklara ve belgelere rağmen hiçbir delil tartışılmamıştır’ dedi.

'DELİL VE KANIT YOK CEZA VAR'

Kendi müvekkili hakkında 3 iddia bulunduğunu söyleyen Akdemir, ‘Bunlardan birinin Akbank Şubesi'nin silahla gasp edilmesi, diğerinin Adem ve Hakkı Köse adlı kişilerin gasp edilmesi ve FESK aldı silahlı seksiyonun 2. hücresinin içerisinde yer almasıdır. Ancak gerek dava sürecine gerek ise yargılama sürecine baktığımız zaman bunlarla ilgili somut hiç bir şey görülmemektedir. Bankadan elde edilen delilerin hiçbirinde parmak izi bulunmamıştır. Yani delil ve kanıt yok ceza var. Yerel mahkeme kendi delilerini bile tartışmadan çok ağır bir karara hükmetmişti ancak ne yazık ki Yargıtay'da bu karara uydu’ dedi. Akdemir, aile ile görüştükten sonra davayı AİHM'ye taşıyacaklarını belirtti. (DİHA)

Kaynak: evrensel.net

Cezaevlerinde Bulunan Muhalif Gazeteciler

Ülkemizde politikada gündem sıcaklığını korurken, konu başlıkları da ha bire değişime uğramaya devam ediyor. AKP iktidarının üst düzey sorumluları durmadan basına açıklama yapmaya devam ediyor. Sorunlar ise hepimizi yakından ilgilendiriyor. Fakat çözümsüzlük almış başını dörtnala gidiyor.

AKP iktidarı bugünlerde cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlü gazetecilere kafayı takmış durumda. Bugünlerde Erdoğan ve Arınç’ın açıklamaları basında yer bulmaya devam ediyor. Ayrıca Abdullah Gül’ünde açıklamaları her ikisinin söylediğiyle de örtüşüyor.

Açlık grevleri hakkında- 'Hapishanelerde her ölüm, vicdanın ölümüdür'

'Hapishanelerde her ölüm, vicdanın ölümüdür'

İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu’nun Taksim’de gerçekleştirdiği F tipi eylemlerinde bugün cezaevlerinde büyüyen açlık grevlerine dikkat çekildi.

Etkin Haber Ajansı / 13 Ekim 2012 Cumartesi, 20:48

İSTANBUL- İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu tarafından Taksim’de  her hafta yapılan F tipi oturmalarının 32. haftasında, cezaevlerindeki açlık grevleri gündeme getirildi.

“Açlık grevleri 33. gününde, hapishanelerde ölüm istemiyoruz, sesimize ses katın” pankartı açılan eylemde Gönül Sonbahar, kısa bir konuşma yaptı. Sonbahar, 40 hapishanede  yaklaşık 400 tutuklunun katıldığı açlık grevinin 33. güne ulaştığını hatırlatarak, bundan sonra yapılacak F tipi oturmalarında sadece açlık grevlerinin gündeme getirileceğini ve sessiz eylem yapacaklarını duyurdu.

“Yetkililerin cezaevlerinden yükselen sesi dikkate alıp açlık grevleri sona erinceye kadar eylemlerimizi sürdüreceğiz” diyen Sonbahar, “Devlet yetkilileri sıcak yataklarında yatarken yüzlerce mahpus soğuk taş hücrelerde bedenlerini ölüme yatırıyor, yetkililer bu durumu görmezden gelirken malum medya da konuyu gündemine asla taşımıyor. Kamuoyuna sesleniyoruz; bu duruma sessiz kalmak, tüm toplumu sorumlu kılar, bir kişinin ölümü bile vicdanların ölümü demektir” şeklinde konuştu.

Sessiz devam eden oturma eylemi  haftaya yapılacak eyleme çağrıyla  sona erdi.

29 Yıldır Tutuklu Muzaffer Öztürk: 12 Eylül Darbe Yargı Kararları Uygulanmaya Devam Ediyor

YAŞAMININ 29 YILINI CEZAEVİNDE GEÇİREN, 2029 YILINDA TAHLİYE EDİLMEYİ BEKLEYEN VE HALEN TEKİRDAĞ 1 NOLU F TİPİ CEZAEVİ’NDE YATAN MUZAFFER ÖZTÜRK’ÜN CEZAEVİNDEN YOLLADIĞI AÇIK MEKTUBU AŞAĞIDADIR.

***

ANAYASA’YA KARŞIN 12 EYLÜL YARGILAMALARI PRATİK OLARAK DEVAM EDİYOR

TBMM, tatile girmeden önce, son anda AKP ve MHP Milletvekillerinin çabasıyla, 3. Yargı paketine geçici bir madde eklenerek (adrese teslim bir yasayla) 5-6 eski ülkücünün tahliyesi sağlandı. Her ne kadar yasa “bir haksızlığın giderilmesi olarak savunulmaya çalışılsa da, kişilere özel bir yasa olması bakımından kamuoyunda doğal olarak tepki ile karşılandı. Özellikle 7 TİP’li devrimcinin katillerinin serbest bırakılması protestolara neden oldu.

Kamuoyunun duyarlılığı nedeniyle konu, TV programlarında tartışmalara yol açtı. Farklı düşüncede olanlar ya da savunanlar basın açıklamaları yaptı, TV kanallarına bağlanarak düşüncelerini açıkladı. Bu tartışma ve açıklamalarda konu farklı boyuta çekilerek, kamu uygulamaları ve yargılamalarının derin ve telafisi olmayan ağır haksızlıkları bir kenara atılarak, konu basit sağ-sol sorununa indirgenmeye çalışıldı. Kimi eksik bilgiye ya da saptırmaya yönelik bu çabalar ayrıca üzerinde durulması, tartışılması gereken konulardı. Ancak burada konumuza ilişkin olduğundan birkaç konuya değinmek gerekiyor. Bir kesim tarafından şunlar söylendi: “solcular Rahşan affında bırakıldı, sağcılar bırakılmadı. Sağcılara haksızlık yapılmıştı, bu düzeltildi!” “Cezaevlerinde halen 12 Eylül cezalarını yatan solcu yok!”

Rahşan Affı’nın kimlere yönelik çıkarıldığı çok iyi bilinmesine karşın, solcuların ( ki kastedilen 12 Eylülden kalma solcular) bırakıldığı bilgisi yanlıştı. Rahşan affından sadece genel olarak yardım-yataklıktan yatanlar yararlandı. O dönem yardım –yataklıkta örgüt üyeliği ile aynı şekilde cezalandırılıyordu.60-70 yaşındaki nineler yardım-yataklıkta 15 yılı aşkın cezalar almıştı, bu haksızlık giderilmeye çalışıldı. Onun dışında hiçbir sol-siyasi dava yararlanmadı. Aksine, yasa taslağında, “Eski cezalara ilişkin, yanan infazların kaldırılması” maddesi solcularda yararlanacak diye son anda yasa tasarısından çıkarıldı. Yani 12 Eylül cezalarına çarptırılan hiçbir solcu Rahşan affından yararlanamadı. Dolayısıyla Rahşan affında sağcılara yapılan bir haksızlık yoktu.

İkinci önemli yanlış ise, “içeride 12 Eylül’den kalma 12 Eylül cezasını yatan solcu yok” söylemi idi.

Yasa çıkmadan kısa süre önce bir TV programında tartışmaya katılan Mazlum- Der temsilcisi “cezaevlerinde halen 60 üzerinde 12 Eylül döneminin cezalarını yatanların olduğu bunların listesinin kendilerinde de olduğu söylenmişti”. CHP Malatya Milletvekili Veli AĞBABA konuya duyarlılık göstererek halen içeride 12 Eylül cezalarını yatanların ailesiyle basın açıklaması yaptı.

Bizlerin de içinde olduğu 6-7 ismi açıkladı. AKP Milletvekili Selçuk ÖZDAĞ ise Tahir CANAN gerçekliğinden yola çıkarak halen 12 Eylül cezalarını yatan solcuların da olduğunu kabul etti ve meclisin açılmasıyla gündeme gelecek olan 4. Yargı paketinden bu konuya ilişkin yasa hazırlayacaklarını; 12 Eylül cezalarının yok hükmünde sayılması ve mağduriyeti giderecek ( tüm 12 Eylül mağdurlarını)  maddeler konması gerektiğini belirtti. Eski ülkücülerin avukatı Hasan İlter’de bizlerin de isimlerini sayarak 12 Eylül cezalarını yatan solcular olduğunu ve yasa çıkması gerektiğini dile getirdi. Ayrıntılı olmasa da MHP Aydın milletvekili de benzer şeyler söyledi.

Sonuç olarak yanlış tartışmalarla başlansa da şu anda 12 Eylül cezalarını yatan, infazı yanan solcular olduğu kabul edildi.(ki, dile getirilmese de, çeşitli nedenlerle infazı yanan ve 12 Eylül cezasını yatan eski ülkücülerde var)

Meclisteki partilerin tamamı şu anda 12 Eylül cezalarının kaldırılması ya da yok hükmünde sayılması için 4. Yargı paketinde yasa çıkarılacağını söylüyorlar.(BDP’den bu konuya ilişkin açıklama gelmedi, ancak daha önceki söylemlerinden biliniyor ki böyle bir yasanın çıkmasını onlarda savunuyor)

1 Ekimde meclis açıldı 4. Yargı paketinde bu konuda yasa çıkar mı bilemiyorum, söylenenler 3. Yargı paketi sonrası kişilere özel yasaya tepkileri geçiştirmek için mi söylenmiştir yoksa gerçekten 12 Eylül uygulamalarının halen devam ediyor olması nedeniyle bunların kaldırılması için samimiyetle mi söylenmiştir bunu 4. Yargı paketinde göreceğiz.

Öte yandan konunun bütün bu haklı söylemler dışında hukuksal bir boyutu da var; ANAYASA’ya karşın içeride tutuluyor oluşumuz!

Konu tartışılırken 12 Eylül cezaları denilip geçiliyor.  Bu gerçekliğin esas yanı bizim sıkıyönetim ASKERİ Mahkemelerinin verdiği cezaları yatıyor oluşumuzdur!

Daha önce mahkemeler bizim yanan infazları Askeri Mahkemenin vermiş olmasını, Anayasada yer alan “Askeri Mahkemelerin sivilleri yargılama” bölümünde, Askeri Mahkemeler sadece sıkıyönetimin ve savaş halinde sivilleri yargılayabilir “maddesindeki sıkıyönetim” dönemine bağlıyorlardı.

Ancak, 2010 yılında Halkoyuna sunularak kabul edilen yeni Anayasada bu yönde değişiklik yapılarak, SIKIYÖNETİM şartı kaldırılmıştır. Yani şu anda yürürlükte olan ANAYASAYA göre ASKERİ MAHKEMELER SADECE SAVAŞ DÖNEMLERİNDE SİVİLLERİ YARGILAYABİLİR.

Yani askeri mahkemeler bizi yargılayamaz. Oysa bizler 30 yıl önce 12 Eylül generallerinin, atamalarıyla, emir ve komuta ilişkilerindeki askeri mahkemelerin verdikleri cezalar nedeniyle içeride tutuluyoruz.

Haziran ayı sonunda askeri mahkemeler bir karar verdi:

Halen askerde olan bir kişi için “askeri mahkemelerin verdiği cezayı askeri mahkemeler sivilleri yargılayamaz”  diyerek mahkeme kararını geçersiz kıldı. Yani askerde görevli olan birini asker mahkemeler yargılayamaz iken biz askeri mahkemelerin verdiği cezaları yatıyoruz!

Burada ciddi bir hukuksuzluk-yargılama ihlali var. Anayasa, askeri mahkemeler sivilleri yargılayamaz diyor ama bizlere anayasanın bu hükmüne karşın askeri mahkeme kararı uygulanıyor. Mahkemelerin 12 Eylül döneminde yukarıdan gelen emirlerle kararlar verdiği ve bu kararların bugün bile toplumda derin yaraların yansıdığı bir gerçektir. Yüzlerce binlerce dönüşü olmayan yanlış ve haksız cezalar verilmiştir. Pek dile getirilmese de 1984 yılında idam edilen Hıdır ASLAN’ın durumu buna bir örnektir. Hıdır ASLANI’ın dosyasında eylem olarak sadece kuyumcu soygunu vardır. Dosyada ölüm dahi yoktur. İdam edilmesinin asıl nedeni Tariş direnişçisi olmasıdır. İşte bizler o dönemin Askeri Mahkemelerinin verdiği cezaları yatıyoruz halen ve çoğumuzda 2025-2030 yıllarına kadar içeride tutulacağız.

Sonuç olarak, bu ANAYASAL çelişki hukuksal olarak çözülmek zorundadır. Bunun için hukukçuların başka çözüm önerisi var mıdır bilemiyoruz. Ancak her şartta, ya 12 Eylül döneminde verilen cezalar kaldırılacak; yok hükmünde sayılacak; yanan infazlar kaldırılacak ya da 12 Eylül’e dokunmaya cesaret edilemiyorsa, Askeri Mahkemelerin verdiği cezalara yeniden sivil yargı yolu açılacaktır. Ama bunun DGM’lerin kaldırıldığı dönemde olduğu gibi “uyarlama” olarak değil, sivil yargı yolu açılarak yapılması gerekir. Ki 30-35 yıl öncesinin yargılanmasının nasıl yapılacağı, zaman aşımının devreye gireceği de ayrı bir hukuksal sorundur.

Burada infazın geri alınması (infaz yakma) konusunun yeniden ele alınmasına kısaca değinmek gerekir. Bugün 12 Eylül cezalarını yatan insanların infazlarının yanmasının nedeni tahliye olduktan sonra, yeniden bir-kaç yıllık şu veya bu nedenle almış oldukları cezalardır. Trafik cezalarından örgüt üyeliklerine kadar her ne nedenle olursa olsun, birkaç yıl ceza alındığında, önce eski idam ya da muhabbet cezasının 20-30 yıllık süresi yatırılmaktadır. Hukuksal olarak ciddi bir haksızlık doğuran bu infaz konusu da yeniden ele

Halen 12 Eylül askeri Mahkemelerinin vermiş olduğu cezayı yatıyor oluşumuzun toplumsal boyutu da gözden kaçırılmamalıdır. Bir yandan 12 Eylül’cülerin (generallerin, görevlilerin vb) yargılandığı ve toplumun tüm kesiminde 12 Eylül’ün mahkûm edildiği bir dönemde diğer yanda 12 Eylül mahkemelerinin verdiği cezaları hala yatan insanlar olduğu; yurtdışında binlerce insanın 12 Eylül mağduru olarak sürgün, mülteci olarak yaşıyor olduğu gerçeği toplumsal bir İNANÇTIR.

Başta Arjantin, Şili olmak üzere geçmişinde Askeri Darbeler, diktatörlükler yaşamış pek çok ülkede darbeciler yargılanmış; darbe dönemleri mahkûm edilmiş; darbe mağdurlarına siyasal ve sosyal hakları ve itibarları iade edilmiş; sigorta, Emeklilik vb gibi haklar tanınmaya çalışılmıştır. Ve hatta kimi ülkelerde, darbe dönemi tutsak edilen direnişçiler ve hatta bizzat savaşan gerillalar, seçimlerle bugün Başbakan, Cumhurbaşkanı olabilmişlerdir. Oysa bizde tüm bunları bir yana bırakalım, halen 30 yıl önce darbecilerin verdiği cezaları halen yatanlar vardır. Bu toplumsal utanç bir an önce giderilmelidir.

Sonuç olarak:

1-      Anayasalarla çelişen, yetkisi olmayan Askeri Mahkemelerin verdikleri cezaların halen infaz ediliyor olması

2-      12 Eylül generallerinin yargılandığı, 12 Eylül’ün tüm toplumda mahkûm edildiği gerçeğine karşın halen 12 Eylül’ün pratikte uygulanıyor olması gerçeklikleri dikkate alınarak (meclisteki partilerinde ortak mutabakat sağladığı konularda) ACİLEN yasal düzenlemeler yapılmalı; 12 Eylül hukuku ve uygulamaları tüm sonuçları ile ortadan kaldırılmalı (yok sayılmalı); 12 Eylül döneminde verilen ve halen devam eden cezalar kaldırılmalı; yurtdışındaki sürgün ve mültecilerin ülkeye dönüşleri sağlanmalı; 12 Eylül mağdurlarına maddi-manevi tazminat yoluna gidilmeli; siyasi, sosyal haklar iade edilmelidir…

Selamlar, Saygılar

Muzaffer Öztürk

1 Nolu F Tipi Cezaevi

A- Tek – 11

TEKİRDAĞ 

Kaynak: soldefter.com

MUSTAFA KORKMAZ'DAN MEKTUP VAR

Sevgili Adil,

Kitaplarınızı aldım, teşekkür ederim. “12 Eylül ve Filistin Günlüğü” kitabınızı gelir gelmez hemen okudum, deyim yerindeyse nefes nefese okudum. Beğendim, güzel yazmışsınız. Daha doğrusu, günlüğü nesnel, gerçekçi ve tarafsız bir bakış açısıyla tutmuşsunuz. Okurken üzüldüm, heyecanlandım.

Yaşanan tarihsel sürece ışık tutmuşsunuz. Kendimde ‘90 yılında Lübnan’da kaldığım için kulaktan dolma epey şey duymuştum. Anlatılanlar tek taraflıydı. Sadece bizim gelenekten dinledim. Bir de farklı gelenekten olan arkadaşların yazdıklarını okumak, süreci daha farklı, nesnel ve çok yönlü okumak şansını veriyor. Örneğin, “Arnon Kalesi direnişi” ‘ni 1984-85’lerde duymuştum. Sizin kitapta ise bizatihi yaşayan arkadaş anlatmış. Gerçekten de destansı bir direniş…

Günlüğünüz, 12 Eylül, İsrail-Filistin davasını, Türk ve Kürt devrimcilerinin durumunu, Avrupa’daki mülteci (kısmen) yaşamını ve sorunlarını gözler önüne sermiş.

Kısacası, kitabınızı okurken hüzünlendim. Emeğinize sağlık, iyi iş çıkarmışsınız. En azından demokratik kamuoyu yaşanmış tarihi öğrenme şansını yakalamıştır. Ne ilginçtir, ben de Adana, Avrupa ve Lübnan’da kaldım. Farkında olmadan sizi takip etmişim.

“Konuşan Fotoğraflar” kitabınız ise daha özgün bir çalışma. Fotoğraflar, şiir ve değerlendirme… Daha önce okumuştum, yine göz attım. Şiirleriniz fena değil, fotoğraflar güzel ve çarpıcı. Birbirinden farklı dünyalar… Fotoğraflar ve şiir birbirini tamamlıyor.

Artık bitiriyorum. Öykü’yü unutmuş değilim. Umarım iyisindir güzel kız. Gözlerinden öpüyorum. (…) için sonsuz teşekkürler.

Yaşamınızda mutluluklar, çalışmalarında başarılar diliyorum. Selam ve sevgilerimle…

Kendinize iyi bakın.

Not: Yeni yazmaya başladığınız kitap için yardımcı olamadım, üzgünüm.

Mustafa Korkmaz

E Tipi Kapalı Ceza evi

Elbistan/Kahramanmaraş

İbrahim Şahin'den Mektup Var

Sevgili Adil can merhaba.

Umuyorum iyisindir. Gönderdiğin sanat broşürlerindeki resimlerden ve haberlerden anladığım kadarıyla da iyisin. Aldığın ödül için ben de seni tebrik ediyorum, tüm içtenliğimle paylaşıyorum sevincini.

 

Sana yazmak için geciktim. Çünkü mektup cezaları, ara ardı ardına geliyor. İki ayrı mektup cezası arasında sana biriken mektupları veriyorlar; aynı esnada mektup verebiliyorsun. Dolayısıyla da o an gelen mektuplara cevap veremiyor, bunu cezanın bitişinde yapabiliyorsun.

 

Bu nedenden dolayı da sana ancak şimdi yazabiliyorum.

 

Adil hocam anladığım kadarıyla bayağı yoğunsun. Bu arada roman yazmak niyetini de öğrenmiş oluyorum. Belki de başlamışsındır. Sana kolaylık ve başarılar diliyorum.

 

Söz çalışmalardan açılmışken: Umut yayıncılıktan çıkan “Beş Kızıl Karanfil” adlı şiir kitabını okudun mu? Kısa da olsa görüşlerini almak isterim. Bu konularda beni ihmal ediyorsun, farketmediğimi sanma :)

 

Öykü'nün resimlerini gördüm, şiirlerini okudum. Bayıldım. Çizdiği o bulutların üzerinde o şiirleri okuyarak geçtim okyanuslardan uzaklardaki gidilmemiş ülkelere.

 

İbrahim Şahin - ANKARA 1 NOLU F TİPİ

CEZAEVLERİNDE AÇLIK GREVLERİ - ÖMÜR EĞRİBEL

Şu anda 39 ceza evinde 309 siyasi tutuklu, 12 Eylül gününden bu yana süren açlık grevlerine devam etmektedir.

İHD Şube Başkanı Ümit Efe, süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde 30.günün geride kaldığını hatırlattı, "Bir tek insanın bile ölümünden sorumlu olmak insanlığımızdan vazgeçmektir" diye konuştu.

Tutuklulara insanca koşulların sağlanması konusunda Türkiye'ye çeşitli sorumluluklar yükleyen uluslararası sözleşmeleri anımsatan Efe, yetkililere seslenerek, "Kürt mahpusların başlattığı süresiz dönüşümsüz açlık grevinin, ölümler yaşanmadan ve kalıcı sakatlanmalar oluşmadan bitirilmesi için, taleplerin dikkate alınarak çözüm yolları bulunmalıdır" dedi.

Açlık grevinin nedenleri arasında PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tutulma koşullarının da bulunduğunu belirten Efe, "Açlık grevinin nedenlerinden biri olan Abdullah Öcalan'a yönelik yasadışı uygulama bir an önce sona erdirilmeli, İmralı Cezaevi'nde bulunanlar ve tüm mahpuslar insan hakları ilkelerine, uluslararası sözleşme ve bildirilere ve evrensel hukuk kurallarına uygun bir infaz sistemine kavuşturulmalıdır" diye konuştu.

Efe, eylemin bir başka nedeninin ise demokratik zeminde siyaset yapma hakkının engellenmesi olduğuna dikkat çekerek, şunları söyledi: "Muhaliflerin tutuklama ile yok edilmeleri politikası bir an önce sonlandırılmalı, demokratik, açık siyaset yapmanın önündeki engeller kaldırılmalı, insanlara ne dağda ne ceza evinde ne de başka bir yerde ölmeden siyaset yapma yolunun var olduğu gösterilmelidir."

Açlık grevine tutuklulara, "yaşayarak hak arama yolunu seçme" çağrısı yapan İHD Şube Başkanı Efe, "Ölümün bir insan için en son, istisnai bir karar olması gerektiği unutulmamalıdır" dedi.

Silivri ve İzmir Şakran cezaevlerinde açlık grevindeki tutukluların tekli hücrelere alındıklarına ve temiz içme suyu ihtiyaçlarının bile karşılanmadığını belirten Efe, "Cezaevi doktoru, gardiyan gibi tutukları eylemlerinden vazgeçirmeye çalışmaktadır. Tutuklular, aile görüşlerine çıkmama ve telefon hakkını kullanmama kararı almışlardır" dedi.

Efe, son olarak şunları söyledi: "Sorunun çözümüne katkıda bulunacak ve mahpuslar açısından talepleri doğrultusunda güvence oluşturabilecek çözücü iletişim kanalları yaratılmalıdır. İnsan hakları örgütleri, hukuk örgütleri, tabip odaları gibi sivil toplum örgütlerinden oluşan çözüm mekanizmaları ivedilikle oluşturulmalıdır."

Cezaevlerindeki Engelliler ve Hastalar İçin Hukuken Ne Yapılabilir? [Hapiste Sağlık]

Engelli mahpuslardan Hediye Aksoy ve Kayhan Tüney için hukuken neler yapılabileceğine dair uzman görüşü.. Aslında tüm hasta ve engelli mahpusların haklarını ve durumunu aydınlatıyor. Bilgiler için Özürlüler Vakfı'na ve Özürlüler Vakfı Bilim Kurulu Üyesi Prof.Dr.Ali Kemal Yıldız'a çok teşekkür ederiz. [Hapiste Sağlık]

Hediye Aksoy
a) Hediye Aksoy, "hükümlü" olduğu için Cumhurbaşkanı'na "af" başvurusunda bulunabilir. Anayasanın 104. maddesinde, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri arasında,  "Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak" bulunuyor.

Dolayısıyla bu yolun kullanılması birinci ihtimal olabilir. Yapılacak şey, hastalığa ilişkin hastane raporuyla birlikte dosyasını Cumhurbaşkanlığına gönderirse, yapılacak  inceleme sonunda Cumhurbaşkanı bir karar veriyor. Buradan olumlu sonuç alma ihtimali yüksek. Bir de bu şekilde cezası kaldırılırsa, Hediye Aksoy sonradan sağlığına kavuşsa dahi yeniden ceza evine dönmesi gerekmeyecektir.

b) İkinci bir ihtimal, hapis cezasının infazının hastalık nedeni ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un 16/2. maddesine göre ertelenmesi talep edilebilir. Bunun için, öncelikle bulunduğu ceza infaz kurumunun bağlı olduğu adliyedeki infaz infaz savcısına bir başvuru yapabilir. Gerek af, gerekse cezasının ertelenmesi için Adli Tıp Kurumu ya da tam teşekküllü hastane raporu isteniyor. Tam teşekküllü hastane raporu alınırsa bunun Adli Tıp Kurumunca onaylanması gerekiyor. Eğer Cumhuriyet savcısı bu talebi reddederse, bu karara karşı İnfaz Hakimine itiraz başvurusunda bulunulabilir.

Her iki yol da zaman alacaktır. Hediye Aksoy'u bir anda ceza infaz kurumundan çıkarmak bu anlamda mümkün değil. Ancak Her iki yöntem de denenebilir, çünkü cezası oldukça uzun.

Kayhan Tüney'in durumu biraz daha zor. Zira kesinleşmiş bir mahkumiyeti yok ve tutuklu.

a) Öncelikle tutuklama bir koruma tedbiri olduğu için, özellikle sağlık sebebi de dikkaete alındığında kaçma ve delilleri karartma tehlikesinin bulunmadığı için tutukluluğuna son verilerek, tutuksuz yargılanması talep edilebilir. Ancak müdafileri bunu mutlaka talep etmişlerdir; muhtemelen kabul görmemiş görünüyor.

Kayhan Tüney'e önerebileceğimiz yöntem de Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun'un 16/2. maddesinde düzenlenen sağlık sebebiyle tutukevinden çıkarılmasını talep etmek olabilir. Zira aynın Kanunun 116. maddesi, hükümlülerle ilgili 16. maddesinin tutuklularla ilgili olarak da uygulanabilmesini öngörüyor. Ancak buradaki sorun, sağlık sebebiyle ceza infaz tutukluluk haline son verilmesini yargılandığı mahkemeden talep etmesi gerekecek. Zira henüz hüküm verilmediği için, infaz savcılığı görevli değil.

Talep yargılamayı yapan mahkemeden talep edilince, tutuklamaya karar veren mahkemenin tutuklamayı da kaldırmasını beklemek biraz zor görünüyor. Ancak en azından bu yönde bir deneme yapılabilir.

Mahkemenin talebi reddetmesi halinde, bu mahkeme kararına da itiraz imkanı var.

Şimdilik özet olarak önerebileceğim yöntemler bunlar.

Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız

Özürlüler Vakfı Bilim Kurulu Üyesi

Halil Gündoğan'dan Mektup Var: "Duyarlılığını yitirmeyen dostlara sahip olmak güzel"

 30.09.2012

Değerli Dost Merhaba.

Umuyorum ki hep birlikte iyisinizdir. Sevgi ve dostlukla sıkıca kucaklıyorum her birinizi.

Göndermiş olduğun kartı 24 Eylül’de aldım. 2+1 aylık, üst üste bindirilmiş mektup yasağı vardı. 23 Eylül’de bitti. Sırada yenileri de var elbet, ancak henüz kesinleşmemiş olduklarından, uygulamaya sokulması bir sonraki yıla sarkar gibi.

Dediğin gibi oldu evet, uzunca bir süredir ki merhabalaşmıyorduk. Biraz da normal gibi. Araya yaz tatili de girdi. Sanırım bunun da “rehavet” artısı oluyordur. Sağlık olsun. Önemli olan bir şekilde anımsıyor olmaktır derim. Bak işte biraz gecikmeli de olsa, yine merhabalaşıyoruz. Teşekkürler. Duyarlılığını yitirmeyen dostlara sahip olmak güzel.

Yeni bir kitap hazırlığı içinde olduğunuzun bilgisi gelmişti. Tayyar arkadaş bildirmişti. İlginç bir konu seçmişsiniz. Umarım gereken katkılar sunulur da ortaya kapsamlı-çağlı bir kitap çıkar.

İlginçtir bu hapishanedeki devrimci tutsaklar arasında pek fazla baba yok. Hepi topu beş altı kişiyizdir herhalde. Ve sanırım bunlarla da zaten bir şekilde kontaktasınızdır. Benim ulaşabileceğin yakınlıkta sadece Halil Şahin var. Ona Tayyar bildirmişti. Ancak biraz özel bir durumu olduğu için “yazabileceğim pek bir şey yok” diyor. Mazur görmek lazım derim. C blokta Yaşar Özel ve Erol Zavar var. Onlarla da sanırım bağlantınız vardır.

Demek benim mektuplardan alıntı yapabilecek bir şeyler buldunuz. Ee vallaha iyi. Hem böylece beni bir ‘yük’ten de kurtarmış oluyorsunuz. Teşekkürler.

Değerli Dost,

Kısaca bu kadar olsun. Haydi güzelliklerle kalın. Ortak dostlara selamlar-sevgiler. Güzel eşinize saygılar. Öykü ablacığımı öptüm. 

Halil

Halil Gündoğan

1 Nolu F Tipi Cezaevi

Sincan / ANKARA  

"ASMAYIP BESLENEN"LERE UYGULANAN HÜCRE TİPİ ZULÜM: DİRİ DİRİ GÖMME

ASMAYIP BESLENEN”LERE UYGULANAN HÜCRE TİPİ ZULÜM:

DİRİ DİRİ GÖMME...

Ali Gülmez

Muzaffer Öztürk

Tekirdağ 1 No.lu F tipi hapishanesi

İdam cezasının kaldırılmasından sonra yerine getirilen “Ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezasının nasıl infaz edileceği 5275 sayılı yasanın 25. maddesi ve Adalet Bakanlığının tüzüğü ile belirlenmişti.

Ne yazık ki bu yasa çıkarılırken, idam cezasının kaldırılmış olmasının etkisiyle, yerine getirilen Ağırlaştırılmış müebbet cezasının infaz ve Ağılaştırılmış müebbetliklerin hangi ortamda yaşama mahkum edildiği, Hukuk ( Barolar vb) ve siyasi çevrelerin dikkatinden kaçmış ya da yeterli düzeyde önemsenmemiştir, ve sonuç olarak Ağırlaştırılmış müebbetliklerin “ ölünceye kadar” tek kişilik hücrelerde tutulmaları “ kabullenilmiştir”.

Adli davalardan hüküm verilmiş Ağırlaştırılmış müebbetlikler için 30-40 yıl gibi bir “yatar” süre konmasına karşın, siyasi “ Ağırlaştırılmış müebbet” tutsaklar için böyle bir süre yoktur. Cezaevi idaresi tarafından hazırlanan müddetnamelerde “ yatacağı sürenin” karşısında “ ölünceye kadar” yazmaktadır.

5275 sayılı yasanın 25. maddesine göre Ağırlaştırılmış müebbetliklerin infaz rejimine ilişkin uygulamalar özetle şöyledir; ( Tam metin ektedir)

  • Hükümlü tek kişilik hücrede tutulacak; günde 1 saat açık havaya çıkma, spor yapma hakkı tanınacaktır.
  • Anne, baba, kardeş, çocuk ve vasi ile 15 günde bir ziyaret yapabilecek; 15 günde bir bu kişilerde 10 dakika telefon görüşmesi yapabilecektir. ( ziyaret sadece 1 kişi ile yapılacaktır, gelen kişi sayısı fazla ise süre öyle bölünerek kullandırılacaktır.)

Hepsi bu kadar! Ancak bunun uygulamasında hapishane yetkililerine geniş yetkiler verilmiştir. Zaten yasal olarak, diğer hükümlülere uygulanan 2. ve 3. derece akrabaları ve dışarıdan belirtilen 3 kişi ziyaretçi “hakkı” Ağırlaştırılmış müebbetliklere uygulanamaz iken telefon ve ziyaret haftada 1 den 15 günde 1 indirilmişken, hapishane idareleri çeşitli “ disiplin cezalarıyla” bu hakların kullanımınıda engelleyebilecektir, engellemektedir.

Diğer yandan ise Ağırlaştırılmış müebbetliklere tanınan 1 saatlik havalandırma hakkının uzatılması, aynı ünitede kalan diğer Ağırlaştırılmış müebbetliklerle birlikte havalandırmaya çıkma, çeşitli sosyal faaliyetlere katılma hakkı vb. Vb, hapishane idaresinin takdirine bırakılmıştır.

Ağırlaştırılmış müebbet için çıkartılan özel yasanın, insanca yaşam koşullarını olabildiğince daraltan ve ölene dek en ağır tecritle zulüm çemberine dönüştürülen özellikleri başlı başına çözülmesi gereken bir sorun iken, pratik uygulamasına hapishane yönetimlerinin “keyfiyetine” bırakılması yaşatılacak zulmün katbe kat daha artacağından başka anlam taşımamaktadır. Gerek hapishane tarihi bakımından gerekse son yıllarda F Tiplerinde siyasi tutsaklara uygulanan baskı, şiddet, akla hayale gelmez yasaklar ve yaşamın her anını, “ tam tecrite” dönüştürmeye çalışan hapishane yönetimlerinden, iyi niyet beklenmeyeceğini, infaz rejiminin faşist özünün uygulanmasında tutarlı pratikleri olduğunu biliyoruz. Uygulamalar her ne kadar çeşitli hapishanelerde kısmi farklılıklar gösterse de esas olarak, bir devlet politikası olduğu açıktır.

Sorunu bu boyutuyla anlattığımızda, gerek hukuk çevreleri, gerek DKÖ ler, gerekse siyasi çevreler sorunun vahametini kavrayamamaktadır, ya da “ F Tiplerinin bilinen sorunları” düşüncesiyle “ kanıksamakta” önemsememektir.

Bu anlam da sorunun daha iyi kavranabilmesi için, Ağırlaştırılmış müebbetliklerin “ ölünceye kadar” hangi koşullarda nasıl yaşadığını günlük en basit ihtiyaçlarını; insansız- diyaloğsuz- sohbetsiz ortamın kişileri nasıl etkileyebileceğini vb, vb. Yaşanan deneyimlerden yola çıkarak anlatmanın faydalı olacağı inancındayız. 

TEK KİŞİLİK HÜCRELERİN FİZİKİ KOŞULLARI VE TEK KİŞİLİK YAŞAM:

Tuvalet olarak ayrılmış, kapalı ve kapısı olan bölüm hizasına yerleştirilen 2 metre boyunda bir ranza, hemen onun bitişiğinde pencere. Pencereden kalan kısım havalandırmaya açılan kapı. Ranza kenarından 75*75 cm'lik plastik bir masa ve sandalye,. Ranzaya dayanan masadan sonra (volta atabilecek iki kapı arasındaki 5-6 adımlı yeri kapatan ve ancak duvara masaya sürtünerek volta atılabilen) iki karış kadar boşluk. (Hücrenin çizimi Ek-2'de)

Eğer, 5-10 günlük hücre yaşamı için gelmişseniz, yani geçiciyseniz, yani eşyanız yok ise, masa sandalyeyi atabilirsiniz. İki kapı arası(en uzun mesafe) volta adımı ile 6 koşar adım ile 4 adımdır. Ancak kalıcıysanız yani bir “ömür boyu” yaşayacaksanız, zamanla çoğalacak eşyalar nedeniyle yapımı raflar(!): Televizyon, Buzdolabı vb.na sıkış-tıkış yer aramak zorundasınız. Voltalık yer 3-4 adıma düşecektir. Ya da hiç olmayacaktır.

Bir de TV için 9 metreden fazla anten kablosu yasaktır. Uzatma kabloları yoktur. Ve mecburen TV varsa buzdolabı, ayak altında masa üstünde olacaktır.

1 saatlik havalandırma süresi, komşulara selam, gazete, top alışverişi, havalandırma temizliği, çamaşır asma-toplama vb.den kalan saatte yan hücrede arkadaşınız varsa, onunla bu sınırlı zamanı paylaşma telaşı ile bitiverir!

Her türlü olumsuz koşullarda dahi yaşam üretmeye çabalayan tutsaklar için, spor yapmanın zorunluluğuna inancı nedeniyle sporda yapılmak zorundadır. Ne yazık ki, hücrede yapılacaktır. TV, masa, sandalye uygun yerlere çekilerek ancak belli hareketleri yapabileceğiniz bir buçuk m2 lik bir alan yaratırsınız. Tabi, havayı hesaplayarak!

HAVA SORUNU: GÜNEŞSİZLİK, NEM, KOKULAR...

Havalandırmaya bakan pencerenin mimari yapısının rastgele yapıldığını düşünmek fazlaca saflık olacaktır. Kapı tarafındaki sabit pencere 42 cmdir. Dolap tarafına gelen ise 29 cm ve bu küçük olan açılır-kapanır pencere bir karış bile açılmaz. Dolaba yaslanır. Ranza ile pencere ortasına özel olarak konmuştur dolap. Ranza tarafına 15-20 cm kaydırılsa dahi rahat olabilecek pencere açılmasın istenmiştir herhalde!

Yazın tutsaklar bu kapalı pencerenin camını komple çıkartırlar. (kimileri kırılır kimileri bütün çıkar. Kırık camları her sayımda gören kimi gardiyanlar sorarlar: “cam kırık mı?!” kimi kırık cam yasak diye almak ister.) İlk bahar ve son baharda iyidir. Tabi rüzgar var ise! Yok zaten rüzgar, hiçbir zaman püfür püfür esmez. Hem yüksek duvar, dar havalandırma nedeniyle rüzgar direk gelmez, havalandırmada daire çizer, hem de içeride sirkülasyon yapacak yeterli alan yoktur. Tuvaletteki fare deliği, pardon havalandırma bacasına takılan ızgara, hava sirkülasyonu amacı ile yapılmış olsa da yeterli olmaktan uzaktır. Bu nedenle sürekli havasızlık hakimdir. Yazın büyük bir bölümü, pencerede açık olmasına karşın ciddi bir havasızlık hakimdir. İçilen bir sigaradan çıkan duman hücrenin orta yerinde bulutumsu bir tabaka gibi asılı kalır. Kimi zaman bir havlu ile fırfır yapıp hava sürkülasyonu yaratmak zorunda kalırsınız. “sigara içmeyi verin” denilebilir. İçilmese (ki kimi hücrelerde tutsaklar içmez, ama havasızlık sorunu da bitmez) iyi olur ama.. Sorun havasızlık sorunu. Bu bir örnek 24 saat yaşadığımız ve havasını soluduğumuz bu ortama, her ne kadar ayrı bir bölüm olsa da (kapısı olsa da) tuvalet kokusu, bazen esinti koridor tarafından esmişse yemekhanenin -yemek-yağ kokusu, sayıma gelen kimi gardiyanların tutsağa “tuhaf” gelen parfüm kokusu saatlerce hücreden çıkmaz.

Sürekli nemlilik içerdeki havasızlığı daha da ağırlaştırır. Düzenli temizlemeseniz, yıkamalar sonrası, hücrenin zemininde kimi yerlerde küflenme başlar. Yazın pencerenin tamamen açık olduğu bu ortamlara karşın kışın ilkbahar ve sonbaharın yarılarından itibaren başlayan soğuk nedeniyle çıkartılan sabit pencere ( sabit pencere mecburen takılır.) İşte bu 6-7 aylık sürede az önce anlatılan havasızlık 2-3 katına çıkar. Rutubette aynı şekilde.

Uzun süre bu ortamda yaşayacak insanların, astım, nefes darlığı vb. Gibi akciğer rahatsızlıklarını yaşayacakları (kimilerinde başlamıştır) olasılığının değerlendirmesini bilim insanlarına ayrıca sormak gerekir.

Kışın mecburen en soğuk günlerde dahi pencere açılmak zorundadır. Kendine hayrı olmayan kalorifer, sık sık, pencere açılması nedeniyle hücreyi ısıtmadığı gibi daha fazla soğuk olmaması için pencerenin sınırlı açılıyor olması havasızlığı da kat kat arttırmaktadır. Kapıların sürekli kapalı olması, gündüz saatlerinde hücrenin yeterince havalanmamış olması nedeniyle kötü hava, farklı kokular hücreye yapışır. Havalandırma kapısının demir aksanında biriken damlalar, dış duvardan sızan akıntılar nedeniyle nem oranı daha da artar ve süreklidir. Kar yağdığında Ya da don olduğunda, havalandırma kapısının iç tarafı, yani hücredeki bölümü kat kat buz tutar. Pencereden farklı olarak demir kapı aksanındaki buz, hücreyi buz hücreye çevirir.

Yukarıdaki koku, nem, havasızlık hücreye “yapışır” dedik. Kapının sürekli kapalı olması nedeniyle, gün içerisinde içeriye yeterli hava-oksijen girmediğinden duvarlar kendini temizleyemez. Nemle birlikte “hücre kokusu” duvara yapışır.

Pencereden güneş hemen hemen hiç girmez. Havalandırmanın sağ tarafındaki hücre hiç güneş görmez. Yanındaki hücre ise, mayıs sonundan Temmuz'un yarısına kadar sadece sabah saat 9.00, 10,00 gibi saatlerde, yandan bir çizgi şeklinde bir saat kadar pencere dibine vurur. Hücrelerin görüp göreceği güneş bu kadardır. Bu durum duvarlarda ve beton zeminin kimi bölümlerinden küflenmeye neden olur.

Banyo sonrası hücre yapış yapış neme dönüşür. Buhar ya da sıcaklık, fare deliğinden (Banyodaki hava deliğe, buna fare deliği denmesinin nedeni, frenin orada hücreye girme çabaları, bağırtıları, orada keski olmamalarındadır) Çıkamadığı için hücreye yönelir ve zaten hava sürkülasyonu olmadığından duvarlar, eşyalar nemi, yavaş yavaş emer. Banyo sonrası akşam sayımlarında kimi gardiyanlar bile koku ve nemden dolayı rahatsız oldukları gözlenmiştir. Yani birkaç saniye için!

HÜCREDE TEK KİŞİLİK YAŞAM VE ETKİLERİ

Hücrede ağırlaştırılmış müebbetler olarak yaşamak konusu, aslında başlı başına incelenmesi gerek. HER AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBETLİĞİN kişiliklerinin yaşama direk olarak yansıdığı, her hücrede ayrı bir yaşamın kurulduğu bireyselleşme ve kendini yaşamanın (açık ifade ile kendine “yeni bir dünya” kurmasının) maddi zeminin çok güçlü olduğu bir alandır.

Siyasi tutsaklarla, adli mahpusların F tiplerinde genel olarak yaşamları farklıdır. Bu durum ağırlaştırımış müebbetlerden adliler ile ağırlaştırılmış müebbetlik siyasilerin hücre yaşamında da farklılık gösterir. Bu nedenle de ayrı ayrı ele alınması daha doğru olur.

Adli ağırlaştırılmış müebbetliklerin siyasilerden farklı olarak infazları ölünceye kadar değil 30-40 yıl gibi süreye bağlanmıştır. Adli hükümlüler için bu durum en “avantajlı” oldukları konudur. Hiç bitmeyen af beklentisi nedeniyle kısmen de olsa yaşama tutunacakları en önemli (belki de tek) daldır. Bunun dışında tecrit koşulları aynıdır. Her şeyle tek başına baş etmek zorundadır. Ailen ve dostların ile iletişimin sınırlanması soyutlanmışlık duygusunu, yaşamı olayları yorumlama ve çözüm üretmede yetersizlikler zamanla içe kapanma, yaşam değerini yitirme ya da ağrasiflik, kendine ya da başkalarına zarar verme vb. Gibi onlarca farklı “normal” olmayan kalıcı kişilik dönüşümlerine neden olmaktadır, olacaktır. Kimi örnekleri buraya aktarıp, genel olarak adli ağırlaştırılmış müebbetler böyle gibi algılanma yaratma riski nedeniyle bu konunun ayrıntısına girmeyi gerekli görmüyoruz.

Siyasi ağırlaştırılmış müebbetler açısından siyasal bilim, örgütlü yaşam yaşama yön verme iradesi, hangi koşullarda olursa olsun yaşamın zorluklarına karşı direnme misyonu vb. En önemli “avantajları”dır. Buna karşı fiziki koşullar vardır. Yoldaşlarından dostlarından uzaklaştırılmış, tecrit edilmiş olması, havalandırma saati sınırlılığı nedeniyle çatıları duvarları aşarak irtibat toplarıyla ulaşımın sınırlı olması yeterince iletişimin kurulamaması, aile çevresi ve dostlarıyla ziyaret ve telefon hakkının sınırlı olması vb. Tecriti kat kat artıran özelliklerdir. Öte yandan “tek kişilik yaşam” beraberinde belki ağırlaştırılmış müebbetlik tutsağın dahi ayrımına varamayacağı bir dizi sorunlara kapı açmaktadır. Basit birkaç örnek verelim: 1,40*1,00metrelik tuvalette lavabo, duş ve tuvalet taşı vardır. “Duş” banyoyu tuvalet taşı üzerinde yapmak zorundasınız. Lavabo önü kapıya denk geldiği için burada banyo yaparsanız her seferinde hücrenizi su basacaktır. Sular sık sık kesildiği (ve ne zaman kesileceği belli olmadığı için) kova ve yeğen yedek su deposu olarak banyo musluğu altında durmak zorundadır. Yani tuvalet taşının üzerinde. Her büyük tuvalette kova ve bidonu lavabo altına çekmek zorundasınız. Tabii bunu yaparken önce içeri girip kapıyı kapatacaksınız, Aksi durumda kova nedeniyle kapı kapanmayacaktır. Her defasında leğen boşaltılacak, minimum 50'ltlik kova kaldırılıp taşınmak zorunda kalınacaktır. Lavabo da el dahi yıkanamamaktadır. Bir tabak dahi sığmayacak kadar küçüktür ki eviye görevi görecektir. Bir tabak koyacak yer olmayan tuvalette koyacak su kabı için yarı yer, bulaşık için ayrı yer yıkandıktan sonra koyacak ayrı bir yer bulmak zorundasınız. Ve ne yazık ki olmadığı için her türlü cambazlığa karşın hemen her yıkamada tabak yere düşecektir. Bulaşık için günden en az üç kez tekrarlanan bu olayın yıllarca tekrarının sinir sistemi üzerindeki etkisi aslında hiç konuşulmayan önemsenmeye en verimisiz etkenlerden biridir. Aynı alanda bulaşık, çamaşır, banyo, tuvalet vb. İhtiyaçlarının karşılanmak zorunda olmasının hijyen açısından sakıncaları ise vurgulanmayacak derecede açıktır. Sağlıksız hijyen olmayan koşullara mahkum edilerek bir ömür geçirilmesi için özel tasarlanmıştır hücreler.

Sifon sesini bilmeyen yoktur. Teklilerde 15-16 hücre vardır(her blokta). Ve duvarlar bitişiktir. Zorunlu olarak ( bırakalım sifonun sinir bozucu sesini gürültüsünü) el yüz yıkama çamaşır, bulaşık, sebze meyve yıkamanın temizlik vs. lik lavabo ve duş sesi dahil Birkaç hücreyi rahatsız edecek şekildedir. Yaşanmış bir örnek, teklilerde kendi isteğiyle kalan ağırlaştırılmış muhabbetlik olamayan kapısı açık bir arkadaş sabah yan hücresindeki arkadaşın el yüz yıkamadan musluktan çıkan sesten rahatsızlığı nedeniyle 3-4 saat sifonu açarak “protesto” etmiş. Tekli hücrelerdeki 15 kişiye sifon işkencesi yaşatmış, uzun süren sifon sesine gelen gardiyanlara tartışmış, genel olarak siyasi tutsakların suların düzenli akması için suç duyurusunda bulunduğu bir dönemde “ görevlilere” önceden ne iyiydi günde üç kez akıyordu. Şimdi de öyle yapın suları kesin” diyebilmiştir. Bu örnek, farklı bir kişiliğin “zaaflı yanı” olarak algılanabilir. Ki öyledir de. Ancak burada uygulanmak istene şeyi bu rahatsızlıkları ağırlaştırılmış müebbetliklerin yaşam boyu çekmek zorunda kalacak olmasıdır. Hücrenin “sessizliğinde’ her türlü sese duyarlılık başlar. Komşu mu sesleniyor, sloganlar ne için atılıyor kapılar niye dövülüyor vb. vb., Sessizlik içinde 24 saat ses beklentisidir. Buna çevreden gelen sesler (sifon sesi, üst kat atölyelerinden gelen ses, duvarın dışından gelen sesler vb.) Koridor giriş-çıkışları, hücreden giriş-çıkış eslerin eklenir.*(dipnot: zamanla kulak çınlamaları, yüksek sese duyarlılık(etkileme) vb. başlar)Sese duyarlılık farkında olmadan yaşamın bir paçası haline gelir. Zamanla yüksek ses çıkarmama ya da gelen yüksek sesi etkisizleştirme tavır ve yöntemlerine girilir. Diğer hücrelerdeki arkadaşları rahatsız etmemek için, TV, radyo kısık sesle dinlenir, çamaşır-bulaşık yıkanması en az ses ve en çabuk süre ile yıkanmaya başlanır bul durum zaten hareketsiz-durağan ve dar alandaki 24 saatlik yaşamda bir yaşam biçimi olur.

Siyasi ideolojik birikiminiz deneyiminiz ne olursa olsun; hücre tipi yaşam ile size dayatılan yaşamın ne kadar bilincinde olursanız olun, ne kadar çözümlerseniz çözümleyin yaşamınız “tek kişiliktir”. Kendinize göre (her tutsak için bir birine hiç benzemeyen, herkesin önce çıkardığı uğraşları vb nedeniyle) yazma, okuma, iletişim, günlük işler vb. vb. gibi bir yaşam kurarsınız. Koşulların bilincinde olan tutsaklar kendine dayatılan izole tecrit yaşamın bilinci en olumsuz koşullara dahil bir direnç yaşamı kurar. Bunun önceliği de kendi kendini-kimliğini-onu korumaktır. Ve bu bilinçle dayatılan tüm olumsuzlukları çözümleyecek bir direniş biçimi oluşturur. Yaşamak bir bakıma direnmektir. Ancak bu da yeterli değildir, üretmek zorundadır. Yaşamı örgütlemek ve yaşamı üretmek. Bütün bunlar olması gerekendir! Ancak bunların ne kadar gerçek anlamda (devrimci komünist bir kişilikte) hayata geçirildiği geçirileceği soru işaretidir. Bilmekteyiz ki, insanlar devrimci olunca tornadan geçer gibi tüm sistem kişiliklerini özelliklerinde bir çırpıda sıyrılamıyor. Dolayısıyla siyasal ideolojik seviyen ne kadar ileri ya da geri olursa kişilikleri tek kişilik hücre yaşamında farklı yansımalara neden olacaktır. Kişiliklerde daha önceden var olan küçük burjuva zaaflar vb. daha keskin olarak ortaya çıkacaktır.

Yıllarca sohbet etmekten tartışmaktan bir güzelliğin coşkusunu ağız dolusu paylaşmaktan mahrum bırakılan-sınırlanan insanların, yan hücredeki arkadaşı veya yoldaşı ile sağlıklı bir iletişim kurabilmeleri çok kolay olmayacaktır. En fazla lüksü, yan hücrede kalan arkadaşı ya da yoldaşıyla yine sınırlı olarak (birkaç saat) parmaklıklar ardından pencereden sohbet edebilmek, ikinci bir insan yüzünü görme, sesi duyma lüksüdür. Top iletişim, spor, gazete alışverişleri vb. hesaplandığında bu ilişki daha da sınırlanır.

Nazım “.. bir de ayna dökmeyi öneririm sana.. “der kişilik koşullar tek kişilik yaşamdan çok elverişlidir. Burada kast edilen üretmektir. Ağırlaştırılmış müebbet mahpusunun üreteceği temel şey ise(bu koşullarda) yazmak çizmektir. El yapım kartlar, resimler vb. olanak olmadığı için etkili değildir. Tecritte, ağırlaştırılmış müebbetlik yaşamın tüm olumsuzluklarına ilaç olacak en önemli şeylerin başında gelir üretmek bu ne kadar başarılabilir. Ya da her yazıp çizmek ve üretmekle yetinmek yaşamı kurtarır mı? Bir direniş biçimi midir? Ve bizi, kişiliğimizi ileriye taşır mı? Bunların yanıtını bu yazıyı okuyan her kişi kendine sormalıdır. Tek kişilik hücre yaşamında etkilerini neler olabileceğini “hayal” etmeli, yanıtlarını kendi aramalıdır?

Tek kişilik hücre yaşamında, ağırlaştırılmış müebbetlik gibi izale yaşamda olası olumsuzlukların ayrıntısına girmeden vurgulayalım,

Kendini yaşama, durağanlık, duygusallık, tepkisellik, tahammülsüzlük, tepkisizlik, alınganlık, duygusallık, sekterlik vb. vb.

Bu konu sayfalarca yazılacak anlatılacak bir konudur. Hücre tipi infaz rejimimin bu genel, bilinen ağır tahribatları insanı örseleyen hırpalayan yanları ağır müebbetlerde katlanarak misliyle oluşmasını sağlanmasına zemin sunacak koşullara sahiptir. Yaratılan nesnel, maddi zemin bunun gerçekleşmesi için organize edilmiştir.

GÜNEŞ GİRMEYEN EVE DOKTOR GİRER”… AĞIR MÜEBBETLİK HÜCRELERİNE İSE AZRAİL GİRER

Ağır müebbet tutsakların bulunduğu fiziki koşullar her türlü fizyolojik ve psikolojik rahatsızlığın üremesine zemin sunan mekanlardır. Özel olarak fizyolojik hastalıkların ne boyutlarda olduğunu görmek için bu tutsakların hastane revir dosyalarına bile bakmak yeterlidir. Ki her rahatsızlık için revir tercih edilmemektedir. Akciğerden karaciğere, mideden safraya, kalp ve damar rahatsızlıklarından ağız diş sağlığından göz rahatsızlıklarına kadar tepeden tırnağa her türlü rahatsızlığın üreyip kronikleştiği bir yaşam koşulları söz konusudur. Bünyenin genetiği ile oynayacak düzeyde bir tahribat koşulları olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. 

Hücre tipi infaz rejiminin tutsaklar üzerinde yarattığı sağlık sorunlarını ne boyutta olduğu bilinir. Bünye ölümcül hastalıklara tüm kanallarını açacak bir maddi zemin de bulur bu infaz rejimi içinde. Ağırlaştırılmış müebbetlik mahpuslarda bu sorun katlanarak ve kronikleşerek gerçekleşir. Güneşin, havanın, hareket alanının vs. yetersiz olduğu (aslında önemsiz düzeyde var olduğu, esasta olmadığı demek daha uygundur. “Yetersiz” ifadesi en hafif ifadedir. Maddi koşullar Azrail erken mesai çağrısı anlamına gelmektedir.

ÇEVRE VE İLEŞİTİMSİZLİK!

F tipinin açılma hedeflerinden biri de; BİREYLEŞTİRMEDİR. Kapıların sınırlı saatte açık olması, sınırda olması, teklilere iletişim kuracak üçlü hücrelerde yeterli hattın olmaması vb. nedenlerle diğer hücrelerdeki dost ve yoldaşlarla iletişim sorunu yaşandığı bir gerçektir. Kimi dönemler ya da kışın hava koşulları nedeniyle uzun sayılabilecek süreçlerde iletişimi koptuğu da olmuştur.

Ağırlaştırılmış müebbetlik tutsak her ne kadar koşulları gereği iletişimsizliğin bilincinde olsa da süreç içerisinde objektif gerçeklik yaşamını da etkileyecektir. Zaten tek kişilik yaşamın getirdiği bir dizi olumsuz koşullara bu iletimsizliğin eklenmesiyle “yalnızlaşma” duygusunu önü açılacaktır. İletişimsizlik , “ulaşılmasızlık”-gerçekliğine dönüşecektir. Doğal olarak iletişimin kopuk olduğu tutsak yaşamla “tek başına” mücadele edecek ve yaşam biçimlerini geliştirecektir.

DAR ALANDA FOTOKOPİ YAŞAMIN ETKİLERİ

Tarihsel deneyimlerden de bilinmektedir ki, uzun süreli dar alanda hücre yaşamının getirdiği fiziki ve psikolojik etkiler mevcuttur. yaşamı paylaştığımız, yanınızda ikinci üçüncü kişilerin olmaması nedeniyle kendince oluşturduğu günlük yaşam esas olarak fotokopi bir yaşamdır. Yazının içinde anlattığımız, okuma yazma günlük zorunlu ihtiyaçlar, temizlik vb. belli bir zaman sonra ŞARTLANDIRILMIŞ gibi alışılan bir yaşama dönüşür. Yaşamın farklı renkleri yok olur dahası yoktur. Tek farklılık, zaman zaman çevre-yakın hücrelerle gelen yeni birileridir. Yüzünü görmeseniz de yeni bir insan tanıma heyecanı hissedilir, yaşanır. Okumak, yazmak, çizmek siyasal tutsağın en büyük, en güçlü can simidi olmasına rağmen, rutin birbirinin aynı(fotokopi) yaşam koşulları beynin faaliyetlerini doğal olarak sınırlar. Ve kısa süre sonra UNUTKANLIK, DALGINLIK başlar Çünkü her ne kadar okuduğumuz her yeni şey yazdığımız her çalışma beynin reflekslerini harekete geçirse de önceki yaşamdan farklı olarak sınırlanmış olması nedeniyle durağanlık başlar. Bunun sonucunda unutkanlık dalgınlıktır. Hemen hemen her ağırlaştırılmış müebbetlik tutsak bu durumu yaşamaktadır.

Yaşamın beynin faaliyetlerini bu denli sınırlanması, mevcut organlarının duyu organlarının yeterince faaliyeti olmaması belki henüz ayırtına varılmayan pek çok rahatsızlığın önünü açmaktadır. Kendini ifade etme, rastlantı ile mahkeme ya da hastaneye gidişlerde birden fazla kişiyle karşılaşınca nasıl sohbet edeceği konusunda bocalama, kendini kontrol etme çabası vb. vb. etkilerle kendini duyumsatır.

-24 saatin 1-2 saati dışında (ki o birkaç saatte de en fazla 7-8 metrelik uzaklık görebilirsiniz) gözünüz bakış uzamı en fazla 3-4 metredir. Ağırlıklı bölüm ise 1-2 metre… Kilometreler ötesine göre evrimleşmiş göz, uzun süre birkaç metre ile sınırlanınca çeşitli rahatsızlarda başlar. Bu bakış açısı-uzam-zamanı vb. sınırlılığı, yaşamda da bir “darlaşma” yaratacaktır, yaratmaktadır.

AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBETLERE DAYATILAN HÜCRE YAŞAMININ “YASAL” ZEMİNİ!

Tek kişilik hücreler, her hapishanenin (koğuş sistemleri de dahil) hücre cezası için yapılmıştır. Son yasa ile de en fazla hücrede yatış süresi 20 gün olarak belirlenmiştir. Yani açık ifade ile hapishane idaresine karşı ya da hapishane yaşamının de en ağır “disiplin suçu”(!)işlemiş tutsaklar için EN AĞIR CEZA çektirilmesi için yaptırılmış hücrelerdir. Bu en ağır cezaya karşın 1 saat havalandırma hakkı tanınmıştır. Bu durum genel olarak üzerinde durulmayan bir konudur. Oysa sorunların temelinde de bu vardır. Çünkü şu anda ağırlaştırılmış müebbetliklerin yaşadığı yer “bir defe en fazla 20 gün yatılabilecek” ikinci bir hücre cezası var ise, ara verilerek yatırılacak yani en fazla 20 gün yaşanabilecek hücrelerdir. Oysa ağırlaştırılmış müebbetlikler tıpkı disiplin cezalı gibi (hatta ziyaret-telefon vb. sınırlaması ile) burada ölene kadar tutulacaktır. Hücre cezalarına 20 günle sınırlayan yasa (daha önceleri 30 güne kadar çıkarılmıştı) bu hücrelerde 20 günden fazla yaşanamayacağı için çıkartılmış bir yasadır. 

Ağırlaştırılmış müebbetlikler için çıkarılan infaz yasasının esas hedefinin A. Öcalan olduğu açıktır ki, özel statü olarak yıllardır da ikinci bir tecrit olarak İmralı’da tutulmaktadır. TC kendi içindeki hemen her çelişkisinde A. Öcalan’ın tecrit yaşamını gündeme getirmesi rastlantı değildir. Çıkartılan bir çocuk yasasında bile Öcalan’a af geleceği, infaz koşullarının iyileşeceği vb. ne isyan eden, Parlamenterlerin feryatları da anlamdır. Ağır müebbetlik koşulları İNSANİ YAŞAM koşullarından çok ötede olmalıdır. Ağır müebbetliklerin, insanca yaşama hakkı yoktur… Her türlü sınırlama, kısıtlama meşrudur!

İşte F tiplerindeki tek kişilik hücrelere biçilen yaşam budur.

Bu koşullara karşın idarelere verilen inisiyatif “ile ağırlaştırılmış müebbetliklere, spor, iş yurtlarından yararlanma, sosyal etkinliklere katılma vb. tanınmıştır. Ancak burada dalga geçer gibi kıstaslarda konmuştur. Ölene dek hücrede tutulacak insanlardan, idarenin belirlediği iyileştirme programlarına uyan, uyumu sağlayan vb. gibi kıstaslar aranmaktadır. Yani tretmana uyarsan! Bir adli şöyle diyordu “anlamadım, ağır müebbetliklerden iyi hal bekliyorlar. Hem hücreye at 1 saat havaya çıkar, hem de iyi halli ol.Ağır müebbetlik nasıl iyi halli olsun?” 

SONUÇ OLARAK

Hapishane idaresi son taleplerimize ilişkin mucizevi gerekçelerle ağırlaştırılmış müebbetliklerin yaşamını belirlemiş kriterlerini açıklamıştır! Birlikte aynı havalandırmaya çıkma koşullarının olmayışını kamera ve gardiyan gözetimi olmayışı nedeniyle ağır müebbetliklerin birbirlerini yaralayıp öldürebileceklerinden dolayı, birlikte çıkarılmanın uygun olmadığı, aynı havalandırmaya üç hücre çıktığında en fazla 3’er saat alabileceğini(ne yapsınlar zaman yetmiyor) 3*3=9 gibi bir zaman doldurduğu ve bunun ötesindekine de gün ışığının el vermediği vb. gerekçesini sınırlamıştır.

Sosyal ilişkinin” zaten kamera ile denetlenemeyeceği, gardiyan denetiminde olmayacağı gerçeği bir yana (yani birlikte havalandırmaya çıkmanın iradenin denetiminde olması gibi bir yasal düzenleme olmadığı), tutsakların birbirini yaralama-öldürme riski gerekçesi de (ki aynı zihniyet üçlü hücrede sorun yaşayıp yer değişikliği talep eden tutsaklara “birinizi öldürün-yer değişikliği falan yok” diyen zihniyettir) Ağırlaştırılmış müebbetliğe nasıl baktığının göstergesidir. “Adam ölene kadar kalacak” kimi görse doğrar!!! Gibi bir algıyla (kendisinin dahil inanmadığı) dayanmaya çalışmaktadır. İyi de tutsak arkadaşını niye öldürsün, öyle bir niyeti olsa o kuşular oluşmadan da pekala ala bu yapılamaz mı? Hem başka canlımı kalmadı da! Bir başka yönü de ağırlaştırılmış müebbetliğe yol göstermekti, “istediğine saldırabilirsin”…

Bu durumda birlikte çıkma koşulları olmayınca(!) gün ışığında en fazla 8-10 saat olunca, yani tek tek çıkarılınca da ancak 3’e bölerek zamanı hesaplamak ve kullanmak kalıyor geriye(!)…

Kimi hapishanelerde 5-6 saat uygulanıyordu. Birlikte çıkılıyordu. Bu 5-6 saatinde bir ölçüsü sınırı yok. Gerekçesi de yok! Şu sorulmalı! Neden havalandırma sınırlandırılması? Zaten hücrede tutuluyor? Peki sınırlamanın gerekçesi ne?

Talebimizde vurgulu olarak: Kendi talepleri olmadığı sürece aynı havalandırmaya çıkarılmaz” deniyor. Burada ifade açıktır. Eğer aynı havalandırmaya çıkacak olan ağır müebbetlikler uyumlu değilse, istemiyorsa, kapıları birlikte açılmaz o kadar basit. Ya da saldırgan, rahatsız (hasta) ağır müebbetlikler varsa tedbir olarak düşünebilir. Ancak genel olarak ağır müebbetlikleri birbirine zarar verecek “yaratıklar” olarak görmek kabul edilemez.
Son olarak vurgulayacak olursak, ağır müebbetliklerin şu anki yaşamın koşulları “diri diri gömmekten” öte bir anlam taşımamaktadır. Dahası burada ömür boyu tutulacak tutsak, hücrenin fiziki olarak darlığı, havasızlığı, nemi, güneş görmemesi vb. nedeni ile ailesi ile akrabasıyla arkadaşlarıyla (aile dışında üç kişi) ilişkisinin kesilmesi(anne-baba, eş, çocuk, kardeş, arkadaş ve dostlarıyla iletişimin kesilmesi, havalandırmanın bir saat (iyi halle 2-3 saat) ile sınırlandırılması, yanında bulunan hücredeki arkadaşıyla birlikte çay içme, volta atma gibi en basit ilişkilerin kesilmesi, ayrı ayrı çıkması pencerenin bir karış açılması nedeniyle sürekli nem ve küf oluşumu. Zaten hava güneş olmadığı için bakteri üretimine açık olan koşullarda hücre temizliğinin düzenli ve sağlıklı olarak yapılmaması, çamaşır yıkama ve özellikle kışın hücre içinde kurutma nedeniyle yaşamın ikinci bir nem havasızlık vb.ne neden olduğu vb. vb., daha anlatılmayan bir dizi olumsuz koşullar yaşam boyu, bir işkenceye dönüşen uygulamadan öte anlam taşımaz.

Tutsak direnir, direnecektir. Bir başkasıyla yeterince bir paylaşım koşularından yoksun bırakıldığı için tek kişilik bir koşula bat etmek zorunda olduğu için yaşayacağı bu süreçte anılan tüm olumsuz koşulların kendisi üzerinde fiziki ya da psikolojik olarak ne denli etkileri olduğunu dahi gözlemlemeyebilecektir.

Ulrike Mainof’lara biçilen “beyaz ölüm” burada da uzun sürece yayılmış, tek kişilik imha ya da diri diri gömmek olarak uygulanmaktadır.

Sınıf mücadeleleri devam ettiği sürece ağır müebbetlik mahpuslar hapishanelerde eksik olmayacaktır. 20’li yaşlarda hücreye alınan bir ağır müebbetlik, belki 50-60 yıl aynı olumsuz koşulları yaşayacaktır. Bunun toplumsal bilince dönüşmesi ve bir karşılık bulması zorunludur. Bugün burada, sadece hapishane idaresinin uygulayabileceği, kısmen “iyileştirme” sağlayabileceği talepler dile gelmektedir. Ancak asla yeterli değildir. Yazı içinde anlattığımız, ağır müebbetliklerin infaz rejimi, yasal anlamda düzeltilmesi için, ayrıca gündemleştirilip (siyasi çevreler, DKÖ’ler vb. ile) değiştirilmesi zorlanması gereken bir konudur.

Bu yönüyle sadece idarenin uygulayabileceği son derece basit taleplerin ciddiyetini önemsemek gerekir. Hapishane idarelerinin zihniyetini biliyoruz. Tutsağın yaşamı ne kadar yasak, baskı, zulüm ile örülürse idareler o denil “rahat” etmektedir. En basit taleplerin bile faşist zihniyetle tam aksine işkenceye dönüştürülmeye çalışıldığını biliyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz. Buna karşın on yıldır, aralıksız devam eden direnişin, ağır müebbetliklerin koşulları bakımından önemi kavramak gerekmektedir. Ancak bu olursa, kazanımlar olacaktır, bu olursa direniş daha anlamlı olacaktır.

Tekirdağ 1 No.lu F tipi

Ali Gülmez

Muzaffer Öztürk

Ek-1

AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET HAPİS CEZASININ İNFAZI(5275 sayılı kanun)

MADDE 25.

  • Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infazı rejimine ait esaslar aşağıda gösterilmiştir.

  • Hükümlü tek kişilik odada barındırılır.

  • Hükümlüye günde 1 saat açık havaya çıkma ve spor yapma hakkı tanırı.

  • Risk ve güvenlik gerekleri ile iyileştirme ve eğitim çalışmalarında gösterdiği gayret ve iyi hale göre; hükümlünün açık havaya çıkma ve spor yapma süresi uzatılabileceği gibi kendisi ile aynı ünitede kalan hükümlülerle temasta bulunmasına sınırlı olarak izin verilir.

  • Hükümlü yaşadığı yerin olanak verdiği ve irade kurulunun uygun göreceği bir sanat veya meslek etkinliği yürütebilir.

  • Hükümlü, kurum irade kurulunun uygun gördüğü hallerde ve 15 günde bir kez olmak üzere (f) bendinde gösterilen kişilere süresi 10 dakikayı geçmemek üzere telefon edebilir.

  • Hükümlüyü, eşi, alt soyu, kardeşler ve vasisi, belirlenen gün, saat ve koşullar içinde 15 günlük aralıklarla ve günde 1 saati geçmemek üzere ziyaret edebilir.

  • Hükümlü hiçbir surette ceza infaz kurumu dışında çalıştırılamaz ve kendisine izin verilemez.

  • Hükümlü kurum iç yönetmeliğinde belirtilenlerin dışında herhangi bir spor ve iyileştirme faaliyetine katılamaz.

  • Hükümlünün cezasının infazına hiçbir surette ara verilemez. Hükümlü hakkında uygulanacak tüm sağlık tedbirleri, tıbbi, taktik, ve zorunluluklar hariç ceza infaz kurumlarında mümkün olmadığı takdirde tam teşekküllü devlet ya da üniversite hastanelerinin tek kişilik ve yüksek güvenlikli mahkum koğuşlarında uygulanır.

Nihat Konak'tan Mektup

Merhaba Adil;

Sevgili arkadaşım, gönderdiklerini aldım. Kart dışında öykünün bir fotoğrafı, çizimi ve senin çekmiş olduğun martılı mavi gökyüzü vardı zarfın içinde. Gazete ve dergiler üzerinden sizi izliyorum. Oradan da yoğun olduğunu çıkartmak mümkün. Öykü nasıl, gönderdiğin fotoğraf eski galiba. Daha büyük olması gerekiyor diye düşündüm.

Bizde çok iyiyiz. Eski bir kaptan destanı okumuştum, prometheus söylencesine benziyor, buradaki kahraman Abrıtskıl, destan su ile dağın savaşını anlatıyor, destana göre su dağı yener. Çünkü hareket halindedir, süreklidir her defasında küçük parçalar koparır vs. Abrıtskıl’a su gibi olmasını salık veriyor destan. Bizde zindanda savaş veriyoruz. Hasımımız duvarlar değil dinamik bir güç… Destandaki gibi akıl gücünün kol gücünü yeneceğine, gerçek kuvvetin bıkmamak, usanmamak olduğuna inanıyorum. Bu da bizi dinamik kılıyor. Bu mekânlar iki dinamik gücün savaşına sahne oluyor. Böyle bir süreçte sizlerin yeri ve rolü özel bir anlam ifade ediyor. Öykü ve sevgili eşinize kucak dolusu selamlar, sevgiler. Görüşmek ümidiyle.

Nihat KONAK

1 nolu F Tipi Cezaevi C-97

Tekirdağ

4 Ekim 2012

Cuma Özkan'dan Mektup

Cuma Ozkan-101012Adil Yoldaş Merhaba,cuma ozkan foto arkasi 001

Bu resimde dikkatini çekecek Şehriban'ın ceketinin omuzlarından sular damlıyor. Bir İlkbahar yağmurunun altında bekletilmişlerdi. Görüş gününde, içerde sırılsıklam halini görünce, çoğcuğa çok acıdım. Okuldan çıkmış, koşa-koşa görüş yerine ulaşmış. İçeriye alınması saatler sonra olmuş. Bu arada yağmurda ıslanmak onların "kaderi" olmuş.

Sevgilerimle

Cuma ÖZKAN
H Tipi Cezaevi G-8
G.Antep
4 Ekim 2012